22 Aralık 2012 Cumartesi

Müzik ve Meditasyon Dolu Dün Gece'den...


Dün gece  kış dönümü satsang'ımız vardı. 
Samimi, sevgi dolu, sıcacık bir geceydi...

Sanskritçe'de, "sat" gerçeklik, "sangha" topluluk anlamına geliyor. "Satsang", bizim müzikli meditasyon gecelerimize verilen ad. Yani gerçeğin huzurunda toplanmak... Müzik yoluyla dertleşmek bir nevi...
Satsang müzikleri (aslında özellikle Ata ve Merve çift gitar biraraya geldi mi) sadece insanın ruhuna dokunmuyor; aynı zamanda dinleyenleri huzur dolu bir varoluşa, başka bir gezegene taşıyorlar.. Dünya çapında Art of Living satsanglarına katıldım ama bu ikiliden aldığım tadı hiçbir yerde almıyorum. Onların satsangında aşk var, hasret, dua, şefkat, sonsuz bir özlem  var. İnsanın ruhu doyuyor. Şifa gibi...

Dün akşam da öyle bir geceydi işte...İhya olduk.
Bir dahaki sefere sizi de bekleriz! :) 


- - - 

Dün gece, birçoğumuzda olduğu gibi, bende de bazı duygu düğmelerine bastı.
Onlar çaldı, benim ruhum aklandı, gözümden yaşlar süzülürken içimden ince ince dereler aktı...

Hepimiz ağır abi/abla maskelerimizin altında ne kadar hassasız aslında. 

Kazsan kim bilir neler çıkar  içlerimizden.. Hepimizin ne düşmüş kırılmış düşleri var... Ne söylenmemiş sözleri... Ne halı altı, unutulmuş canacıları...

Çoğu, bize bahşedilmiş unutkanlık perdesiyle örtülmüş, günlük hayatımıza karışmıyor. Arasıra, öylesine, orda burda çalan bir melodiyle hortluyorlar...

Çaktırmadan pek bir kırılganız. Ve hepimiz azıcık şefkat, anlayış ve bağra basılma arayışında... Bu arayış ve bulamayış bizi agressif yapan ya...

Sting'in dediği gibi: 

"On and on the rain will fall
Like tears from a star like tears from a star
On and on the rain will say
How fragile we are how fragile we are"

Bir de Ata ve Merve'nin birlikte söyleyerek bizi dün ihya ettiği Leonard Cohen "Famous Blues Rain Coat" bende en çok bu duyguları uyandıran 2 parça 

16 Aralık 2012 Pazar

“Farkındalığınıza yatırım yapın. Çünkü bu dünyadan götürebileceğiniz tek şey o.”



Geçen gün Çağrı’ların (eşim) bir aile dostuyla oturduk, sohbet ediyoruz. Nuri Abi, kendisi  avukat. İlk defa Nuri abiyle, bundan 5 sene önce, Etiler’de Çağrı’nın ofisinde tanışmıştım. O zamanlar bana mesleğimi ve neler yaptığımı sormuştu. Ben de uluslararası bir vakfın Türkiye temsilciliğini yaptığımı söylemiştim. Genellikle, ilgi gösterildiği zaman şakımaya başlarım ben. Yoksa, yaptığım işle ilgili nadirdir konuştuğum. “Hangi vakıf bu?” demişti. Ben de “Art of Living, Yaşama Sanatı Vakfı, Birleşmiş Milletler’in danışmanlık statüsünde büyük bir STK demiştim. “Neler yapıyorsunuz peki? diye sormaya devam etmişti ve benim dilimin düğümünü çözmüştü, şimdi hatırlıyorum. “Nefes, yoga ve stres yönetimi üzerine çalışmalarımız var. Gönüllü bazlı bir kuruluş. Bütünsel sağlığı korumak, bağışıklık sistemini güçlendirmek, daha mutlu ve neşeli bir hayatı benimsemek, olumsuz duygu ve düşüncelerle başa çıkabilmek üzerine pek çok atölyelerimiz var.”

O’nun bu ilgisi o zaman da çok hoşuma gitmişti. Çoğu kişi böyle detaylı sormaz ne iş yaptığımı. Konuya yabancıysa, öyle kalmayı yeğler, aşinaysa da nasıl olsa bildiğini düşünür, sormaz. Gazeteci dostlarım hariç, pek enderdir böyle detaylı soran. Yaptığım işi anlatmak, daha doğrusu paylaşmak, en çok sevdiğim konu başlıklarından biri. İlgilenilmeyince konuşmamamın sebebi, birşey gazlıyor gibi görünmek istememem. Yoksa o kadar çok istiyorum ki, herkes kendi zihninin yolunu yordamını öğrensin, sevinç ve huzur dolsun…

Bu seferki karşılaşmamızda da Nuri abi neler yaptığımı sordu. Ben de, aslında ne kadar alakadar olduğunu unutmuşluğumla, üstünkörü “gayet iyi gidiyor, çok şükür” diye yanıtladım gülümseyerek ve samimiyetle. “Ee, hala kurslara devam mı? Keyif alıyor musun?” diye sordu. Biraz şaşırdım, biraz da heyecanlandım. “Tabii, devam, yoga, nefes, meditasyon programları, hem de çok keyif alıyorum, nasıl almam?! Katılımcılar büyük bir neşeyle ayrılıyorlar. Hatta şimdi firmalarda öğle arası yoga ve meditasyon yaptırıyorum. Yurtdışında çok yaygın bu, pek çok firma çalışanlarına yoga ve meditasyon yaptırıyor. Verimi, odaklılığı, enerjiyi son derece arttırıyor. Sonra "Mutlu Mutfak" adında sağlıklı beslenme atölyeleri düzenliyorum. Bir de teke tek seanslar (yaşam koçluğu) yapıyorum.” “Aaa, ne kadar güzel! Yaşam koçluğunu da duydum”, dedi “nasıl oluyor yani şimdi?” ve sohbetimiz başladı…

-       Yaşam koçluğu danışmanlık gibi değil. Biz soruları soruyoruz sadece… 

-       Ama şimdi, ben sana geliyorum, belli de bir para ödüyorum. E senin bana bir danışmanlık vermen, beni rahatlatman, sorularıma yanıt bulmamı sağlaman gerekmiyor mu? 

-       Dikkat edin, arkadaş sohbetlerinde hep size kendi deneyimlerinden tavsiyeler verirler. Hep yanlı ve yargılı dinler, size ne yapmanız gerektiğini söyler, neyi yapıp yapamayacağınıza onlar karar verirler. Oysa yaşam koçunuz sizi yargısızca dinler ve neyi nasıl yapmanız gerektiğiyle ilgili tavsiye vermek yerine, size öyle sorular sorar ki, cevapları kendiniz, içinizde bulursunuz. Ve dönüşümsel bir sürece girersiniz.

-       Peki hangi yaştan gelen oluyor en çok? 
-       Valla her yaştan var… Bu işin öneminin farkında olan herkes geliyor. 

-       Sen en çok hangisinden keyif alıyorsun? Grup çalışmaları mı bireysel seanslar mı?

-    Valla her kursun tadı farklı..Hepsi çok güzel. Zaten bana sorarsanız Art of Living 1. Bölüm programını tamamlamak ve Sudarshan Kriya nefes tekniğini öğrenmek en büyük öncelik. Bu 16 saatlik kurstan herkes neşe ve coşku dolarak, unuttukları pek çok şeyi hatırlamış şekilde ayrılıyorlar. Art of Living’in Yoga kursundan sonra yumoşla yıkanmış gibi huzur dolmuş, meditasyona inisiye olduktan sonra da odaklı ve güçlenmiş oluyorlar. İşin en güzel kısmı da, evde uygulayabilecekleri şekilde teknikleri öğreniyorlar. Bu teknikler bağışıklık sistemini destekliyor ve sağlık üstünde pekçok faydaları var.

Koçluk seanslarından ise neye ihtiyaçları varsa o konuda netleşmiş ve cevaplarını bulup, atacakları adımları belirlemiş olarak çıkıyorlar. Bence herkesin bir yaşam koçuna veya karşısında ona ayna tutan, onu hükümsüzce dinleyen birine ihtiyacı var. Böyle biri, tüm kafa karışıklığını netleştirebilir ve onu özgür kılabilir. Bizi alıkoyan döngülerden kurtuldukça özgürleşmeye ve ilerlemeye başlıyoruz…

-       Peki sen berbat bir gün geçirdin diyelim, trafikte kaldın, canın sıkkın. O mahkeme duvarı gibi suratla nasıl insanları rahatlatıyorsun? Benim başıma geliyor da ondan soruyorum. 

-       (Gülüyorum) Bana çoğu zaman “nasılsın?” diye sorduklarında, cevabım “mesleğim gereği iyi olmak, benim sorumluluğum” oluyor. Herşeyin bir bedeli var. Ödemeye razı olursanız, istediğiniz çoğu şeye ulaşabilirsiniz. Ben her sabah “iyilik halim” için saaat 6.30’da kalkıyorum. 1 saat yogamı yapıyorum, güneşi selamlıyorum. Yaşadığım hayat, aldığım her nefes için şükrediyorum.  Sonra 1 saat nefes egzersizlerimi ve meditasyonumu yapıyorum. Yani öğrettiğim her şeyi kelimesi kelimesine uyguluyorum. Özbilgisiyle haşır neşir oluyorum. Düzenli masaja gidiyorum ve spor yapıyorum, bol su içiyorum, sağlıklı besleniyorum. Akşam yine yoga ve  meditasyonumu yapıyorum. Yatmadan önce kendimi gözden geçiriyorum, düzeltmem&geliştirmem gereken yönlerimi farkediyorum. Zaten ben size birşey söyleyeyim mi, bunları yaptın mı, iyilik hali kaçınılmaz zaten... 

Sen çok yaşa Nuri Abi! Bana resmen terapi uyguladı. Anlattıkça rahatladım sanki...
Çok keyif aldım, çok!...


15 Aralık 2012 Cumartesi

Mor Orkide


Dün akşam biricik kayınvalidemin doğumgununü kutlamaya gittik. Ona ben "İnci" diye hitap ediyorum, ismiyle. İnci gibi, tertemiz çünkü. Çağrı'yla beni hiç ayırmaz.

Kayınpederim (kayınvalide-kayınpeder biraz garip oluyor konu onlar olunca, onları tanıyanlar ne demek istediğimi anlamışlardır, yabancılaşmaya izin vermeyen insanlar ikisi de. Ev gibiler.)


Engin İnci'ye devasa bir orkide (sürpriz) hediye etti. Fotoğrafı aşağıda, mor orkide, dekorasyonun bir parçası gibi görünüyor ama değil. :)


Bu hediye beni neden o kadar etkiledi bilemiyorum. Sanırım "Engin'in İnci'ye beslediği sevgi çiçek olsa, bu olurdu!" dediğim için...


Bir erkek olarak, bence tüm erkeklerin örnek alması gereken yanları var, şöyle;


- Sabahları kalkar, çayı demler,   kahvaltıyı hazırlar. Ev temizliğine de yardım eder. Hiçbir sorumluluktan kaçmaz.


-İnci'nin gözlerinin içine yıllar sonra bile hala aşkla bakar.


-Jestler, sürprizler yapar.


-Kalp kırmaz. Tam bir centilmendir.


-Çok cömert, düşünceli, dürüst ve merhametledir.

-Son derece duyarlıdır.  

-İhtiyaç olduğu anda oradadır. Anneanneye koşar, bize koşar, dostlarına, hatta onların çocuklarına bile koşar, herkese yetişir.


Bence insanların verdikleri hediyeler, karakterlerinin birer yansıması. 

İşte bu devasa orkide, bana bunları hatırlattı...

 

14 Aralık 2012 Cuma

Tasarım Bienali



"Tasarım Bienali" beni 12'den vurdu diyebilirim. 
Herşeyin bize dayatıldığı gibi olmadığını, bambaşka alternatiflerin de olduğunu iliklerime kadar yeniden hissettim.  Sonra da eve gelip "Fight Club"ı tekrar seyrettim. :)
 
Galata Rum Okulu tarafındaki bienalin konusu "Adhokrasi", yani bürokratik yapının tam tersi bir yapı. Bir diğer anlamda, "Sürdürülebilir ve Kendi Kendine Yeten Yaşam". Fabrika çıktısı değil, "ev yapımı" bir hayat tasarımı... Sağolsun biricik arkadaşımız Jazmin bize rehberlik etti. Hatta o, bu bienali öylesine benimsemiş ki, ayrılırlen sanki kendi buluşlarını anlatmış gibi, "beğendiniz mi?" diye sordu. Çok tatlıydı! :)

Örneğin, bir grup Ohio'lu çiftçi 27.000 dolara traktör almak yerine, 9.000 dolara kendileri yapıyorlar. Bir arkadaş, kendi kendine sıfırdan tost makinesi yapmayı deniyor ve 4.5sterline alabileceği makine 1500sterline geliyor. Bir yandan da insanın aklına "tost makinesine ne kadar ihtiyacımız var gerçekten?" sorusu geliyor... Daha neler neler... Evde çikolata yapma makinesi, üç boyutlu yazıcılar, hatta sürdürülebilir toplu konut tasarımları...

Bienal, kafamda periyodik olarak dönen o soruyu yine kızdırdı "ne kadarına ihtiyacımız var?" 


Reklamlar, kola içersek, belli bir marka bulaşık deterjanını kullanırsak, belli standartlardaki belli lükslere ulaşırsak mutlu olacağımızı vaadediyorlar. Yiyeceklerimizi, hormon basılmış veya tenekelere sıkıştırılmış bir şekilde süpermarketten alıyoruz. Daha önceki yazımda da bahsettiğim gibi, binalar içinde yaşıyoruz, evden çıkıp arabaya atlayarak plazalara gidiyoruz. Haftasonlarımızı bile alışveriş merkezlerinde geçiriyoruz. Doğayla iletişimimiz neredeyse yok. Bütün gün cep telefonlarından yayın yiyoruz, istemediğimiz işlerde çalışıyoruz.  Bu şartlarda nasıl huzur bulabiliriz zaten... 

İçimizdeki huzursuzluğun ve hatta belki o boşluğun azbuçuk farkındayız ki aksi halde reklamlarından mutluluk satarak bu kadar kazanmazdı firmalar... Biz de o, bize satılırken vaadedilen mutluluklarla avunuyoruz. Fakat ne hikmetse, lüks yerleşim yerlerinde o hayal ettiğimiz mutluluğu yakalayamıyoruz, çamaşırlarımızı o marka deterjanla yıkayınca ailemizdeki sorunlar çözülmüyor,  kola içince deli deli danslar etmeye başlamıyoruz...Stres içinde para kazanıp, bir miktarını çeşitli lükslere harcayıp, belli bir yaştan sonra da içimizde kırılan parçaları tedavi etmek için hastanelerde harcıyoruz...

Ama ben bu düzenin değişmeye başladığını hissediyorum. Artık uyanmaya, kendi üstümüzde daha fazla çalışmaya başladık. Yeni yollar aramaya ve kendi sağlığımıza, mutluluğumuza daha da odaklanmaya başladık...

Özetle, güzeldi Bienal.




11 Aralık 2012 Salı

Anti-Depresyon


Dünya nüfusunun yarıya yakını antidepresan almadan sokağa çıkamıyor. Doğamızdan bu kadar uzakta yaşarken, bunda şaşılacak birşey yok ki…

Evden çık, arabana bin, pencereleri açılmayan 30. kattaki ofisine git, bütün gün havasız bir ortamda çalış, itiş, tepiş ve kakış, öğlen kimin yaptığı belli olmayan yemeklerden ye, sonra akşam kalk arabana bin, yorgun argın evine git. Hani neresinde bunun ağaç, çiçek, böcek, kuş? Doğadan bu kadar uzakta yaşarken nasıl ilaç kullanmadan bu şartlara adapte olalım ki?

2013 yılını, belki hayat şartlarımızda, beslenmemizde, duygusal dengelerimizde değişiklik yapma yılı ilan edebiliriz. Kendimizi iyileştirmeyi, yaşam biçimimizi yenilemeyi öğrenebiliriz.

Şartların esareti altında yaşamaktansa, zihinsel şartlarımız ve şartlanmalarımızdan vazgeçme yılı ilan edebiliriz bu yılı!! Yıllardır temcit pilavı gibi kendini tekrar ederek olagidene bir tekme atıp, konfor alanımızı genişletebiliriz…

  • Değişim her zaman zorludur. Yeni ve alışılmadıktır. Onun için de korkutur. Bu sene bir değişiklik yapın, değişimden korkmayın.

  • Hayatınızda istemediğiniz her şeyi tek tek yazın. Ve onlardan kurtulmanın yollarını arayın.

  • Her bulduğunuz fırsatta kendinizi Polonezköy’e, Sapanca’ya, adalara, doğanın koynuna atın. Doğa ilham verir. Gevşetir. Neşenizi yerine getirir.

  • Yalnız değilsiniz, yardım isteyin : Çocukluğumuzda hep “annem nasıl olsa evde, bana bi’şey olmaz!” duygusu içinde yaşardık. Sonra yokolup gitti o duygu… Yapayalnız kaldık koskoca alemde. Korktuk. Doğanın güçlerine tekrar sarılabilirsiniz. Meleklerden, Tanrı’dan (ya da evrenden, Allah’tan, nasıl isim veriyorsanız) yardım isteyebilirsiniz.

  • Bu değişim yollarında, yaşam koçları işinizi görür. Size doğru soruları sorar, en güzel u dönüşü yapmanızda size ışık tutarlar.

  • Birkaç dostunuzdan sizinle ilgili sevdikleri özellikleri bir kağıda yazmalarını isteyin. Bu yönlerinizi hiç unutmayın. 

  • Kükreyin. Evet evet, kükreyin. İçinizdekileri boşaltın, incilerinizi dökün. İster tüm hayalkırıklıklarınızı bir kağıda yazın ve kendinize saklayın, isterseniz arayın konuşun kiminle derdiniz varsa.

  • Hayatımızı oyalanarak, kendimizden kaçarak geçiriyoruz çoğunlukla. Kafa dağıtıyoruz ama işin derinine inmiyoruz. Yoga, nefes, meditasyon kendinize ayna tutmanızı, özünüze inmenizi sağlar.

  • Güvendiğiniz, sizi iyi tanıyan birkaç dostunuzdan sizi eleştirmelerini isteyin. Belki kendinize bakınca göremediğiniz yönler var. Özellikle de bizim kültürümüzde sorulmadıkça söylenmez. Oturun, bu sene kendinizle yüzleşin. Onu affedin ve upgrade edin.

Kolay Gelsin! :) 

6 Aralık 2012 Perşembe

Kendinizle Savaşı Kazanan "Siz" Olun...

 
Eski zamanlarda insanlar gerçeğe uyanacak diye öyle uluorta meditasyon öğretilmezmiş. Gizli bir bilgiymiş meditasyon. Bugünlerde hepimize açık, fakat faydalananımız pek az. Brokkoli de çok faydalı sonuçta ama kaçımız yiyoruz acaba? 

İnsanın içinde, doğru olanı "bildiği halde yapmama" gibi bir sabotaj mekanızması var. "Şeytan" o işte. Bizi yakan, keşke'lere sürükleyen ses... Yenmesi ancak "irade" ile mümkün olan, depresyondayken ve enerjimiz düşükken sesini hep dinlediğimiz uyuz kişiliğimiz. Yüksek volümlüdür o ses, vicdanın sesini kısar, avaz avaz ötesine geçer bebek iç sesimizin. 

Kilo vermek istersin arsız arsız "pasta yeeee, çukulatadan da yeeee" diye bağırır.
İş başarını arttırmak istersin bir başka viyaklar "Amaaan senden de bi' nane olmaz, kapat bilgisayarını" 
Depresyondan çıkmak istersin, yatağa bağlar seni.

O kadar zeki, sinsi ve derinden gelir ki, bir parçamız sanırız onu. Her yıl aldığımız "Yeni Bir Ben!" kararlarından döndüren sestir o. "Vazgeeeeeeeç..." 

İlk "Hayır"dır bize zor olan. 
İkinci "Hayır" biraz daha kolay olur. 
Üçüncü "Hayır!"da direnci kırarsınız...Havası kaçar...Sönük lastik gibi fısssss... 
Dördüncü "Hayır!" da savaşı kazandınız demektir, artık sesi kısılır, iyice ezik kalır dayak yemiş gibi... 

Kendinizi yendiğiniz, "kuantum" (!) sıçradığınız andır işte o. 

Meditasyon, "hayır!" demeyi kolaylaştırır. Yoga ve nefesle, kendinizi dinleyerek ve "o"nun hakkında bilgi edinerek, onu sağlam alt etmeye başlarsınız. Zihninizi gözlemleyerek, kendinize inanarak ve herşeyden öte ve önemlisi, "irade"nizin gücüyle yenebilirsiniz onu.
 

3 Aralık 2012 Pazartesi

Her Koşulda "Mutluluk"


Her koşulda mutluluğu yazacağım bugün. Mesela bir pazartesi sabahı...İşinden memnun değilsen, hadi gel de mutlu ol!

Aslında pek çoğumuz mutlu hissetmiyoruz kendimizi. "İyiyim"ler hep "kötü değilim", "normal olmayan birşey yok" anlamında. Yoksa, "kendimi harika hissediyorum; hergün, günün bana yapacağı güzel sürprizlere uyanıyorum; kendimi müthiş zinde, sağlıklı ve enerjik hissediyorum. Hep içimden şarkı söylemek geliyor ve yaşadığım her ana şükrediyorum," anlamında bir "iyiyim" değil bizimki... 

Bunun sebebi bana sorarsanız, mutluluğun yerini bize yanlış tarif ettiklerinden. Hep objelerin geçici heyecanlarına kapılarak mutlu olacağımızı sandık ve sanmaya devam ediyoruz. Şık bir araba, Etiler'de bir ev, lüks restaurantlarda yemekler, zengin bir eş, pahalı mücevherler... 
Ya da, iş/kariyer tatmini, iş büyütme... Öyle olsaydı, çok değerli Metin Bobaroğlu'nun her zaman dediği gibi; sınırsız bir malvarlığına, asla kaybetmeyecekleri bir üne, şan ve şöhrete sahip olan İngiliz kraliyet ailesinin tüm bireyleri şen şakrak karakterler olurlardı...

"Ha gayret şu da geçsin de, mutluluk o kapının arkasında işte..." Ve o geçecek olan liste uzaaar durur... "Çocuk okula girsin de, yok işler bir toplansın da, eşimin ameliyatını da atlatalım da..." Hep peşinden koşulan ve asla varılabileceğine inanılmayan bir vadide "sonsuz mutluluk"... Anlık, ağzımıza bal çalıp kaçan ve bizi sonsuz varlığının oralarda bir yerde olduğuna inandıran... Koşullar düzelmedikçe yakalanmaz bu mutluluk...

Evet, zihnin koşulları düzelmedikçe yakalanmaz. Mutluluğa kavuşmak istiyorsak, buna karar vermek zorundayız. "Ben mutlu bir birey olmaya karar veriyorum." Ondan sonrası iplik söküğü gibi gelir!!
  • Tüm şikayetlerinizi çöpe atın ve çözümler üretmeye başlayın. Tek başınıza üretemiyorsanız, yardım alın. 
  • Sri Sri Ravi Shankar "meditation is the commitment to be happy" diyor. Meditasyon yapın. Meditasyon, kendinizle ilgili pekçok şeyi farketmenize ve kolayca değiştirebilmenize ayna tutar. 
  • Sağlıklı kalmaya bakın. Zihin, beden ve ruh sağlığınızı koruyun. (Yoga&Ayurveda 101)
  • "Tuesdays with Morrie" Mitch Albom'un, hastalığıyla başa çıkarken,  mutluluğundan ve verimliliğinden ödün vermemeye bakan Morrie'nin (gerçek) hikayesi üstüne yazdığı kitap. Okumanızı ya da filmini izlemenizi öneririm.  
  • Filmlerde küllerinden doğan karakterleri hayranlıkla izliyoruz. Başımızdaki her "bela" bizi küllerimizden doğurmak için. Bu noktayı  çoğunlukla atlıyoruz. 
  • Yaşamak için bir amacınız var mı? Hedefleri insanı dinç tutar. Duygusallaşıp, işler yolunda gitmediği zaman kolay kolay vazgeçmez. Yıkılmaz. Kendinize hedef(ler) belirleyin. Onlara doğru koşun. 
  • Yılda kaç kere konfor alanınızı kendi arzunuzla terk ediyorsunuz? Konfor alanı demek sınır demek. Sınırlarınızın dışına çıkıp kendinize meydan okuyor musunuz? İnsan, konfor alanının dışına çıktıkça, sınırlarını aştıkça mutlu olan bir varlık. Hep aynı güne uyanmak insanı depresyona sokar...
  •  İşe yarıyor musunuz? Bir gün içinde kaç kişiye faydanız dokunuyor? Kendinize faydanız var mı herşeyden önce? 
  • Hırs, kin, nefret, kıskançlık duygularından arınmaya odaklanın. Bu duygular sizden başkasını hasta etmez. 
  • Ne için şükran dolusunuz? Hiç listesini yaptınız mı? Yoksa hep talep mi ettiniz hayattan?
  • Gandhi kendi koşullarında mutluymuş mesela. Amélie filmini izlediniz mi? Sıkıcı ve gayet sıradan görünen hayatının içinde ne kadar oyunbaz ve mutlu... Mutluluk varılacak bir nokta değil, bir zihin durumu. 
  • Sonsuz mutluluk, her koşulda kendine mutluluk payı çıkarabilen, net, saf ve berrak bir zihne sahip oldukça yakalanıyor. Bu da erenlere göre; kendini yaradan'la birleştirme yolunda yürürken, varlığın kutsal bilgisini içine çektikçe, aşkın acziyeti önünde egonun kara duvarları yıkıldıkça, yavaş yavaş üstüne siniyor insanın...