Babaannem alem kadındı. Nur içinde yatsın...
Onu önce demirbaşlarıyla size tanıtayım: Fuşya rengi ruju, portakallı kremi, 4711 lavanta kolonyası, sabah egzersizleri, güzellik uykusu, tuzsuz ekmeği, tuzsuz peyniri, iki şekerli ve bir dilim limonlu çayı, bir de ev yapımı vişne likörü, benim hatırladıklarım bunlar.
Fuşya rengi rujunu sürmeden evden dışarı adımını atmazdı bi kere. Portakallı kremini de öyle benim gibi eline bi lokma alıp vıcı vıcı yüzüne sürmezdi. Eşit miktarda aldığı misket büyüklüğündeki krem parçacıklarını işaret parmağının yardımıyla önce burnuna, sonra alnına, sonra iki yanağına, oradan da çenesine kondurur, sonra yüzüne dağıtırdı. Böylece kremden yüzündeki her bir hücre eşit miktarda nemalanırdı. Emekli olduğu halde sabahın yedisinde horozlarla uyanır, sabah egzersizlerini takiben bir dilim ama sadece bir dilim tuzsuz ekmeğiyle kibrit kutusu kadar tuzsuz peyniri ve üç beş zeytinin (sayısı bellidir onun da benim dikkatimden kaçmış olacak) yanında iki şekerli ve bir limon dilimli çayından oluşan sabah kahvaltısının başına otururdu. Tam bir saat kadar. Onun için acele edecek hiçbir şey yoktu. Dünyanın en güzel portakal parçacıklı muhallebisini yapardı. O da nereden baksan iki saatini alırdı. Bulaşıklar hariç. Azıcık acelenecek olsam "acele işe şeytan karışır!" diye krem sürdüğü işaret parmağını burnuma doğru uzatırdı. Hayatı prensipler üzerine kuruluydu, ben onun prensiplerine uymazsam benimle küserdi. Kim onun prensiplerine uymazsa onunla küser, o kişiyi sistem dışı ederdi... Annem, babam ve ben son birkaç senedir sistem dışıydık.
Her öğlen, öğle yemeğinden sonra 4711 marka lavanta kolonyasıyla banyoladığı yastığında güzellik uykusuna yatardı. Öğle uykuları sadece onun evinde zevkli gelirdi bana.
Sonra beni küçükken elimden tutar Lebon pastanesine götürürdü. Kendisine dondurmalı tavuk göğsü ısmarlar, bana hasta olmayayım diye sadece o nalet tavuk göğsünü söylerdi, kendi dondurmasından da pıçırık parçalar ikram ederdi. Bugün hâlâ hiç sevmem tavuk göğsünü...
Salonunda sadece misafirler için dekore edilmiş bir bölüm vardı. O bölümdeki gümüş çanağın içinde ise en lezzetli çikolatalar. Gözüm hep oradaydı, izinsiz almayı sevmediğim için "A, babaanne burada ne varmış!" diyerek haber verdikten sonra dadanırdım. Hoşuna gitmese de sesini çıkarmazdı.
Zamanının çok başarılı dikiş hocasıymış. Biz o zamanları eve ara sıra uğrayan ve onu gördüğü zaman 'hazırol'a geçen öğrencilerinden dinledik. Sana baktı mı üzerine olacak kesimi şak diye anlardı. Gözü güzeli görmeyi severdi. Hiç yalnız kalmadı. En son 90 yaşındayken, "benim arkadaşlarım 60 yaşında" diye övünüyordu. Bir de 85 yaşındayken beni kapıda kıstırıp, "Arzu sen evde misin bu haftasonu? Ben arkadaşlarımla Foça'ya gidiyorum, evi birinin beklemesi lazım" dediği zaman yaşadığım karmakarışık iç halini hatırlıyorum.
Birkaç sene önce düştü, ziyaretine gittiğimde yüzü gözü mosmordu. "Babaanne, geçmiş olsun..." demeye kalmadı; yumruğunu sıkarak gözlerini gözlerimin ta içine dikip "bana bişey olmazzzz" diye bir hiddetlendi ki; o günden sonra ona hakikaten bişey olmaz zannettim...
Beşiktaş'lı futbolcular çok efendi diye Beşiktaş'ı tutardı. Son çıkan kitapları okur, gündemi yakından takip ederdi. Kitabımı imzalayıp kucağına verdim ama okuyacak gücü kalmamıştı maalesef... 98 yaşına kadar dinç yaşadı. Bana hiç ölmezmiş gibi gelirdi...
Çok emeği vardır bende...
Nur içinde uyusun güzel babaannem...