17 Şubat 2013 Pazar

Hindistan'dan Taze Taze...


Nerdeyse bir hafta önce dönmüş olmama rağmen, ruhum hala sokaklarında gezinip, Hindistan'ın envai çeşit tütsü ve baharat karışık keskin kokularını burnuma çalıyor...

Tam dönemedim daha... 

İlkokul arkadaşım Kayansel'i de taşıdım oralara... Ben gitmeden 2 hafta önce uğradı. Sohbet ederken, "gel seni de götüreyim" dedim. "Tamam" dedi, geldi. Öyle bir hazırmış... Bu sefer onun kaleminden Hindistan macerasını aktarmak istiyorum. Ben bayıldım. Birlikte Art of Living Ashram'a gittiğimiz hemen herkesin hislerine tercüman olmuş. 

Bana "Hindistan'ı anlat, hadi anlaaat" demeyin artık, tam da böyle işte Hindistan, eksiği yok, fazlası var! Keyifli okumalar... 


SESSİZLİKTEYİM

Sessizlikteyim. Müzik dinlemem, fotoğraf çekmem, telefonda konuşmam, kaş göz yapmam, başkasının gözünün içine bakmam yasak. En kötüsü yazı yazmam da yasak. Tek sorduğum soru bu oldu “yazı yazmak da yasak mı?” Hocam dedi ki “çok gerekmedikçe yazma çünkü akıl bize tuhaf oyunlar oynar, anılar gelir aklına ya da seni öyle bir noktaya getirir ki telefona elin gider. Aklın alıştığı düzenden çıktı ne yapacağını bilmiyor. Aklına de ki şu anda sessizlikteyim seninle sonra uğraşacağım”. Kendimle kaldıkça daha da yazasım geliyor. Dünyanın en güzel cümleleri geliyor aklıma, yazmazsam kaçacak sanıyorum. İşte o yüzden bu gece yasağı deliyorum çünkü sessizliğin 2. Gününde ilk defa bu gece uyku tutmuyor.


Her sabah 5’te uyanıp daha gece karanlığında ay ve yıldızlar varken begonvil kokularında Aşram’ın taş merdivenlerini tırmanıyorum. Sırtımda matım, boynumda hiç çıkarmadığım meditasyon sonrası üstüme örttüğüm, akşamları Guru Ji’yi dinlerken altıma serdiğim lacivert şalım...modern bir keşiş gibi hissediyorum. 6’da yoga ile başlıyoruz, güneşe selam olsun Hindistan’dan. Meditasyondan çıkarken fark ediyorum ki gerçekten gün doğmuş, kuşlar cıvıldamaya başlamış. Yaklaşık 2 saat sürüyor ama hiç anlamıyorum bile. Sorgulamıyorum. Rasyonel beyin sadece yüzde 2’sini açıklayabiliyormuş yaşananların. Yani her şeye yetmiyor beynimiz. Yetmediğini anladığım için buradayım. Ruhuma yolunu bulmasını söylüyorum. Bıraktım kendimi, bulacak mı bilmiyorum...bulduğunu sanır da İstanbul’da yine kaybolur mu onu da bilmiyorum. Sadece gözlerimi kapıyorum ve nefes alıyorum, açtığımda hiç bir şey hatırlamıyorum. Güzel renkler kalıyor sadece geriye...

Akşamları Aşram’da ya da Aşramın önündeki taraçalı bahçede Guru Ji konuşuyor. Onu dinliyorum. Soruları cevaplıyor. Bazen o gün kafamda dönen sorulara cevaplar buluyorum bazen sadece dinliyorum. İnsanları izliyorum. 50 yaşında bir Hintlinin oracıkta terliklerini çıkarıp, bağdaş kurup nasıl da kolay meditasyona girdiğini izliyorum. Dünyanın geri kalanının elinin tersiyle ittiği, bir hayrı olsa kendilerine yarardı bu kadar fakir olmazlardı dediği, her şeyin maddiyatla ölçüldüğü bir zamanda ben burada yükselen bir millet ve öğretileri sayesinde huzurlu insanlar ve saf sevgiyi görüyorum. Sadece kursun bir parçası, aydınlanmanın kuralı olduğu için değil ama uzun süredir insan olduğumu unuttuğum için Seva* yapıyorum.  

*Seva: karşılık beklemeden yapılan iyilik
Yemekhane tencerelerin başına geçip yemek dağıtıyorum. Aç kalıp en son yemeğimi yiyiyorum ve uzun süredir beni daha mutlu eden bir şey oldu mu bilmiyorum.
Guru Ji’nin okuttuğu çocuklara bakıyorum. Hayatlarında ilk kez okula giden çocuklar. Düşünsene 1 tane çocuğun olsa ve onun büyüyüşünü izlesen, sadece 1 çocuk...binlercesinden bahsediyorum. Ben neden kendi ülkemde çocuklar için bir şey yapmadım? Dönünce ders vermek istiyorum çocuklara. 


Buraya gelmeden önce hiç geçmeyen mutsuzluğumun ve bir türlü bitiremediğim kangren ilişkilerimin sebebini arayan terapistime “içimde çok büyük bir boşluk var ve onu doldurmaya çalışıyorum” dediğim günü hatırlıyorum. 

Paldır küldür alınan birlikte yaşama kararları, ekstra parlak geçen Cumartesiler, hemen çocuk yapmak istememem...bu boşluğu her santimetresine kadar doldurduğunu sandığım adamlarla o kadar tam o kadar “olmuş” hissettim ki dolgusu düşmüş bir dişe hava girmesi gibi içimi yaktı gerçekliğe uyanışlarım. Hatta uyanmakta direnince iyicene kafama vurdular. Canım yandı. Burada meditasyonlarda sanki uykuda gibiyim ama uyandığım gerçeklik canımı yakmıyor. Acım giderek akıyor gidiyor, toprağa karışıyor. Pisimi atıyorum gerçek beni bulmak için.


Bugün Ayurvedik doktora gittim. Nabzıma bakıp ne tip beslenmem gerektiğini ve vücudumdaki problemleri söyledi. Her şeyi bildi. Dengeni kaybetmişsin dedi. Sevdiğim ne varsa yasakladı. Çikolata, kızartma, acılı, baharatlı her şey. Dengemi bulmak için sevdiklerime ara vermem gerekiyor yani dedim...Karaciğerine dikkat et dedi. Dönünce bir doktora görüneceğim. Bedenime, ruhuma ve aklıma neden bu kadar kötü davrandığımı düşünüyorum. Hayatı hep düzelmesini beklenecek bir yer sandın ve anın tadını hiç çıkaramadım. Burada kendimle öğrendiğim ilk ders bu oluyor. 


Bir odada 4 kişi kalıyoruz. Yataklar sunta kıvamında, yastık desen taş. Nevresime bakamıyorum ama yastık kılıfını görmemek için üzerine havlu örtüyorum. Bütün gün meditasyon yapınca kuzu gibi 9’da bayılıyorum zaten. Üzerime örttüğüm battaniye kokmuyor ve batmıyor en azından. Tuvalet banyo içiçe yani duşu açınca klozet ıslanıyor. Yer karoları kahverengi, köşelerden yosun tutmuşluğun izleri fışkırıyor. Sıcak su sabah 4-6 arası var sadece. Ben ki sadece kaynar suda yıkanabilirim. Saç kurutma makinamı getirmedim nasıl olsa Arzu alır diye. Onun makinası benim karaman koyunu saçlarımı kurutmak için bütün Aşram’ın sigortalarını attırır. Sabahlar üşümemek için duş almıyorum zaten banyonun tipine bakınca pek de almak istemiyorum. Ben ki her gün duş alan insan, ben ki koku takıntılı manyak, ben ki kendi saçı kendine kokan kadın...bu konuyu nasıl çözeceğimi düşünürken önüme Ayurveda merkezi çıkıyor. Bir masaj satın alıyorum. 45 dakikalık masaj ve sıcak buhar terapisi sonunda misler gibi bir banyoda duşumu alıyorum. 



Çıktığımda “nasıldı?” diyen ilk insana “ ay ben biraz daha sert masaj seviyorum, böyle yağ ile sevdi sanki” diyorum ve kendimden utanıyorum. Çölde vaha bulmaktan farkı olmayan bir şey yaşıyorum ve bu yorumu yapıyorum. Ertesi gün sessizliğe giriyorum...bu Kayansel’i geride bırakmaya gidiyorum.



Bugün odada tek başımayken bavuldan çektiğim yanlış tshirt için “ay salak kafa” derken ilk kez kendi sesimi duyuyorum. İlk kez kendi sesimi duyduğum için gülümsüyorum. İnsanın kendi sesini özlemesi nasıl bir şey hiç yaşamamışım. Gözlerim doluyor. İlk kez kendimi ne kadar sevdiğimi hissediyorum. Yine lacivert şalımı sarınıp meditasyona gidiyorum. Zifiri bir sessizlik içinde oturan 38 kişinin olduğu barakamıza. Matımı seriyorum bir köşeye, bağdaş kuruyorum ve gözlerimi kapatıyorum. Gülmeye başlıyorum. Tutamadığım bir kahkaha geliyor. Nefes alıyorum sakinleşiyorum ama yok olmuyor, deli gibi gülüyorum. Sinirlerim bozuldu heralde diyorum, şimdi gelip alacaklar beni, kapatacaklar bir odaya...birdenbire ağlamaya dönüyor kahkahalar. 



Solumda Güney Afrika’dan bir teyze var. Bakmıyor bile bana. Hepimiz aynı yoldayız. Hepimizin acısı, deliliği, pisliği bu barakaya dökülüyor nasıl olsa. Başıma çekiyorum lacivert şalı ve ağlıyorum katıla katıla. “al beni de içimdekini de” diyorum sessizce bağırarak. Zannediyorum ki içimdeki beyaz kalacak siyahlarımı buraya bırakacağım ama neşe ve hüzün, mutluluk ve depresyon sevgi ve nefret ne kadar yakın birbirine. Gülüyordum işte birden ağlamaya başladım. Ortasını bulmaya geldim. Dengemi. Merkezimi.



Çok çirkinim. Buraya geldiğimden beri kabuk atıyorum sanki. Sivilceler çıktı yüzümde.i ayaklarımda terlik vurukları, tırnaklarım parça pinçik, bacaklarımda sinek ısırıkları ve grip oldum sürekli öksürüyorum, terliyorum. Bir tek uçuklarım çıkmadı. Hayret ettim. 4 yaşımdan beri çıkan uçuklarım...sevgi, ilgi ve şefkat aradığımda biraz stres olduğumda çıkan uçuklarım...belki de kendim için bir şey yaptım kalktım kendimi bulmaya Hindistan’a geldim ya, Kayansel de beni seviyordur artık. Mutludur belki biraz. En azından hava güzel, o sever sıcağı diyorum.



Sessizliğin 3.gününde artık sabah olsun istiyorum. İçimde anlatamadığım bir mutluluk, yaşayan, nefes alan, almayan herkese her şeye karşı bir sevgi var. Heyecandan meditasyona bile zor girebiliyorum. Bir an önce hayata atmak istiyorum kendimi, bu yeni ben nasıl görecek, neler koklayacak, ne yazacak, ne okuyacak, ne yapacak merak ediyorum. Dayanamayıp bir iki kelime ediyoruz Aşram’da. Konuşmakta zorlanıyorum ilk önce. Sesim çok uzak diyarlardan geliyor sanki. O kadar mutluyum ki, elimde lila bir orkide var. Aşram’dayım. Tavandaki pembe lotus çiçeklerine bakıyorum. Aynı bu sabah meditasyonumda gördüğüm çiçekler gibiler...



Günlerdir sıkı sıkı topladığım saçlarımı açıyorum akşam odada. Ruj sürüyorum dudaklarımı severek. Hepimizin yüzleri ışıldıyor bu gece. Fotoğraf çektiriyoruz. Ne kadar güzel gülüyorum. Ne kadar güzel herkes ve her şey. Hayatımda tanıdığım herkesi ne kadar sevdiğimi anlıyorum. Çukurlara düştüğüm zamanlarda kırdığım, büktüğüm, parçaladığım herkesi ne kadar sevdiğimi ve akışına bıraktığımda bir gün herkesin birbirini anlayacağını düşünüyorum. Yüreğimdeki tarif edilemez minnettarlıkla bavulumu topluyorum. Divia’nın sözleri var kulağımda “some of you ended up here, you just bought a ticket and came. You didn’t know what you were doing but don’ forget this: you don’t choose your master  your master chooses you when you are mature enough”

3 yıl önce ilkokul arkadaşımın Facebook’tan yayınladığı bir yazı ile bir kurs açtığını görüp, hem ona destek olmak hem de bir nefes almak için başladığım bu yol...ben onu ihmal etmiş olsam da o beni hiç bırakmadığı ve 3 yıl sonra tam da düşmek üzereyken tekrar elimden tuttuğu için ona minnettarım. 

Kayansel Kaya