29 Nisan 2017 Cumartesi

Mutluluk Sorunsalı

Babamın üniversitedeyken bir anatomi hocası varmış. Sahneye çıkar gibi derse girer, tiyatro yaparak, esprilerle, güldüre eğlendire tıp fakültesi öğrencilerine insan anatomisini anlatırmış. Dersleri dolup taşarmış. İsmi, Sami Zan. Her dersin başında öğrencilerine, hiçbir tıp kitabında bulamayacakları bir kalp hastalığı olduğunu, dersin sonunda bu hastalığın ne olduğunu onlara açıklayacağını söylermiş. Dönemin son dersine kadar açıklamayınca, öğrenciler en sonunda dayanamayıp bu hastalığın ne olduğunu sormuşlar. O da bunca ay merak uyandırdıktan sonra bu kalp hastalığını onlara açıklamış: ‘Bu hastalığın ismi RANN hastalığıdır çocuklar’, demiş. ‘İnsanın yaradanını unutup, kalbinin taşlaşması’.  


*
Babamın üniversite anılarını karıştırırken karşıma çıkan bu hikaye tüylerimi ürpertti. Elini öpmek istedim hocanın. Bu ‘kalp taşlaşması’nı yanlış anlamamak gerek. ‘Taş kalpli’ olduğumuzdan değil. Bu taşlaşma, varlığımızdan uzak düşmekten ötürü… Belki adını bile kendi koymuştur, ‘Run’, yani kaçmak… Pek manidar…


*
Bu hastalık, aslında hayatın doğasında var olan unutkanlığımız… Bizi gerçek bir ‘mutluluk’ halinden uzaklaştıran ve geçici mutluluklar hastası yapan da bu unutkanlıktan başkası değil. Kim olduğumuzu, yaratanımızın kim olduğunu, onunla aramızdaki bağı unutmuş olmak. Kendi öz varlığımızı unutmak. Biz bu unutkanlığın içindeyken, istediğimiz kadar ‘mutluluk’ arayalım, kavuştuğumuz mutluluklar sabun köpüğü gibi oluyor ancak. Bu seviyeden baktığımız zaman, mutluluk gerçekten de fazla abartılıyor olabilir pekala. Bu unutkan halimiz, hayatın cilveli parıldakları altında yaşayıp, gününü gün etmeye, başarı merdivenlerini tırmanmaya ‘mutluluk’ diyor. Doğru. Bu tip mutluluklar bence de fazla abartılıyor. Kim evlendikten sonra dünyanın en mutlu insanı oldu mesela? Kim çok ünlü olduktan sonra çok mutlu olmuş? Piyangoyu vurduğu zaman kimin başı göğe ermiş? Reklamlara dönüp bir göz atın… Tatilde ayaklarını uzatıp yatmak mutluluk… En lüks kıyafetleri giymek, en güzel arabalarda gezmek mutluluk… ‘Evinden alışveriş merkezine inmek’ mutluluk… İnsan sağlığına ve doğaya zarar veren büyük firmalarda statü edinmek, mutluluk… Tüketmek, mutluluk… Hani hangimiz alışveriş yaptıkça çok mutlu oluyoruz? Belli bir mevkii’ye gelenlerimizin hemen hepsi üzerindeki sorumluluklardan şikayetçi, köye yerleşmek istiyor pek çoğu. Bizim devrin hayallerine kapıldın mı yandın zaten! Koyduğumuz hedeflere vardığımızda hissettiğimiz mutluluk o kadar kısa ömürlü ki! Bakın Trump bile eski hayatını özlüyormuş. Bu tip bir mutluluk anlayışının bizi getirdiği durum belli : Tatminsizlik ve daha büyük bir mutsuzluk.


Şu da bir gerçek ki, her ne yaparsak yapalım, her ne kadar yeni mutluluk hedefleri belirlersek belirleyelim, varlığımızdan uzak düşmüşlüğün sızısını bastıramayacağız. Eninde sonunda, gerek fizyolojik, gerekse psikolojik olarak bizi sıkıştıracak, sesini yükseltecek ve bizi kendimizden daha fazla mahrum kalmamamız için sistem sürekli uyaracak. Bir durup dinleyelim, hatırlayalım, tekrar bağlanalım diye. Biz ya o uyarıyı uyuşturup geçiştireceğiz, ya da dinleyip onurlandıracağız. O bizim bileceğimiz iş…


‘Dünya bundan daha mutlu bir yer olsaydı, bundan ötede ne olabileceğini hiçbir zaman sormazdınız.’
Sri Sri Ravi Shankar  


Yeterince duvara tosladıktan sonra, bundan ötede ne olabileceğini sorgulamaya başlıyor insan. Sonra da zeki geçinip, bunca yalana nasıl kanmış olabileceğine şaşıp kalıyor. Ve aradığı mutluluğun hiçbir sebebe bağlı olmadığı ve öz varlığına yaklaşarak, bu hissin kendinin dışında bir yerde olmadığı gerçeğini hatırlamaya başlıyor. Çağımız, bu yakınlaşma çağı.


*
İnsanın öz varlığına yakınlaşması, aslında öz varlığı olmayanlardan soyunması demek: Olumsuz duygu ve düşüncelerinden. Tıpkı pirincin taşlarını ayıklamak, cevizin kabukları temizleyip, meyvesine ulaşmak gibi, insan da kendine ait olmayanlardan silkelenmeyi öğrendikçe kendine yakınlaşıyor. Kendine yakınlaştıkça, kalbi yumuşuyor, mutluluk, içinden kırmızı sardunyalar gibi fışkırıyor. Hırsından, kininden, kibrinden, kıskançlığından, öç alma isteğinden, öfkesinden, zulmünden, hıncından, kötü alışkanlıklarından içindeki tüm kötülüklerden kendini arındırmanın bir yolunu bulmak gerçek mutluluğun yolu. Onlar tımarlandıkça, insan özgürleşiyor. Kendi kendine, öylesine, hiç sebepsiz yere gülümsemek, oyun oynamak istiyor. Böyle hissetmek için tekrar çocukluğumuza dönmeye gerek yok. O çocukluk bizim. Saflaştıkça, arındıkça, kendimize yaklaştıkça özlediğimiz o mutluluk hiçbir yere gitmedi, zaten orada. Bakın, Büyük İskender bile tüm dünyayı elde ettikten sonra, gerçek anlamda tatmini bulmuş olan Diyojen’e özenmiş. Dünyadaki her şeyi elde edebiliriz. Ama bu yüzümüzü kalıcı olarak güldürmez. Kalıcı bir mutluluk halinden konuşacaksak, önce bu olumsuz duyguları tımar edeceğiz.


Bu dünyadaki en zor iş aslında insanın duygularını ve o duyguların yarattığı düşünceleri kafakola alması. Sen kalk, bin yıllık üstüne yapışmış huylarınla cebelleş! Önce cesurca aynanın karşısına geç, ne olduklarını fark et hele… ‘Bak bak bak filan efendi bana onu dedi, bilmem ne hanım bana bunu dedi’den yakınmayı  bırak, bu hayatın tüm sorumluluğunun kendinde olduğuna ay, olacak iş değil…  ‘Can çıkar huy çıkmaz’ demişler bir kere… Ama çıkar, eşimin dediğine göre ‘canını çıkara çıkara çıkar’. E zor.  Dönüşmek zor, bildiklerini unutmak zor, mutsuzluğundan besleniyorsan, o kıyafetten kurtulmak zor, üzerine bir hayat kurduğun, köklendiğin, üzerinden kimlikler yarattığın bir yalana aymak zor… Ama diğeri daha zor. Oyalanmak daha zor.

Gerçek, kalıcı, sürekli, daim mutluluğa giden tek yol, külahını önüne almak. Bu en acı, en tatlı, en uzun ve en ince yol… Tepetaklak eden insanı… Kendi varlığına, yaratanına yakın olmanın getirdiği, içinden taşan, sana şarkılar söyleten, ruhunun şenliğinden gelen mutluluk, mutluluğun abartılmayanı işte…

27 Nisan 2017 Perşembe

Şu 'Mutluluk' Olayını Fazla mı Abartıyoruz Ne?

Babam, ruhaniyet, dinler ve kişisel gelişim konularına kafa yoruyor bu aralar. Bizim için ilginç bir hal… Babamı tanısanız, sizin için de ilginç olurdu. Evde maruz kaldığı on beş senelik ruhani titreşim onu da sarmalına aldı sanırım en sonunda. Sonu gelmez bir eşelemeye dalmış olması ve ara sıra bana ‘sen geçen gün tatsız uyandın, demek ki daha Muhammedi makama gelmedin’ gibi yorumlar yapması bizim için iyi mi oldu kötü mü oldu onu bilemiyorum, ama onun bu hali hoşuma gidiyor. Annemin sağlık sektörünü, eşimin dinde doğru bilinen yanlış ezberleri al aşağı eden, benimse bir empat bedeninin içinde, garipseyerek başladığım hayatımı ve onun da katkılarıyla daha başka bir gerçeklik arayışına girdiğimi anlattığım kitaplarımızı, çok kitap okuyuculuğuna ve acımasız yorumlarına güvenerek ilk ona okutmamızın da etkisiyle ‘bu konulara’ iyice maruz kaldı babam. Dün akşam bana ‘Arzu,’ dedi, bence ‘mutlu musunuz?’ diye değil, ‘huzurlu musunuz?’ diye sormalısın insanlara.

Bu konu üzerine düşünüyordum ben de bir zamandır. Aslında, yakın zaman önce bir arkadaşımın evinde düzenlediği yemekte, yeni tanıştığım birinin sohbet esnasında, ‘mutluluk bence biraz fazla abartılıyor’ sözleri üzerine başladı bu düşünce dizimim. O’na göre, Disney filmleri mutluluğa özendirmeye başlamış insanları. O, bunu söylemeden önce, tüm seminerlerimde ‘yaşamdan ne bekliyorsunuz?’ soruma aldığım en popüler cevaplar ‘mutluluk, huzur, sağlık ve para’ olmuştu. Mutluluğun ‘fazla abartıldığı’ düşüncesi kafamı pek meşgul etmemişti açıkçası. Hatta ve hatta öte kurcalamalarım sonucu mutsuzluğun da gerekli olduğu, mutsuz değilsek sanatın da ortaya çıkamayacağı düşünceleri beynimi tırmalamaya başladı. Fazla huzurlu ve mutlu bir ırk olmak işimize gelir miydi ki?

Kelimeler ve tanımlarının büyüsüne inanıyorum ben. Her bir kelime, bir düşünce kalıbı aslında. Bu kalıplar birleşerek bizim dünya görüşümüzü şekillendiriyor. Yaşam algımızı, bir sonraki davranışımızı, yaşam karşısındaki tutumumuzu, belirliyor. Bu büyünün peşine takılıp, önce ‘mutluluk’ ve ‘huzur’un sözlük anlamlarına bir baktım. Mutluluğun, Türkçe sözlükteki kelime anlamı : Bütün özlemlere eksiksiz ve sürekli olarak ulaşılmaktan duyulan kıvanç durumu, ongunluk, kut, saadet. Mutluluğu bu şekilde tanımladığımızda, insanoğlunun mutlu olabilmesi için özlemlerinin de olması gerekiyor. Arzular, özlemlerin peşinde koşup, onları elde ettik mi, bu mutluluk oluyor yani. Huzur kelimesi ise dirlik, baş dinçliği, gönül rahatlığı, rahatlık, erinç olarak tanımlanıyor. Yani bu durumda, bizim kültürümüzde mutluluk, dış etkenlere bağlı, huzur ise içsel bir hal olarak anlaşılıyor. Yani huzurunu çaba sarf ederek sağlayabilirsin belki, fakat mutluluğunun dışarıdan gelmesi gerekiyor. Bana sorarsanız, bugünkü genel mutsuzluğumuzu çok iyi açıklıyor bu anlayış. Özgür yaradılışlı olan insan, en doğal hakkı olan mutluluğu dışarıdan beklemek zorunda. Mutlu olmak için yeni özlemler üretmek ve onlara kavuşmak zorunda. Para, başarı, konum, prestij, tanınırlık, bilinirlik, seks, alkol, rock’n roll, özlemini duyduğu şey her ne ise. Sonu gelmez bir karadelik.


Bu şekilde baktığınızda, bizi mutluluğa ulaştıracak olan her şey, geçici ‘anlar’dan oluşmakla beraber, kalıcı bir mutluluk tarifi sözlükte yok.  Geçici mutlulukların yolu belli ama kalıcı olanın varlığından bile belki bihaberiz.

Kadim yoga öğretisi ise huzurun da mutluluğun da dışarıdaki koşullardan bağımsız bir iç hal olduğunu söylüyor. Bir Budist rahibe olan Gen Kelsang Nyema bir Ted konuşmasında ‘eğer huzurlu bir zihin durumuna sahipsek, dışarıdaki koşullardan bağımsız olarak mutlu olabileceğimizden, tam tersine eğer zihnimiz huzursuz ve çalkalanmış ise, dışarıdaki koşullar ne olursa olsun mutlu olamayacağımızdan bahsediyor. Yani bu tanımıyla, huzur da mutluluk da -içerde kilitli de olsalar- bizde. Kilidi açıp oraya ulaşmanın yolunu bilmiyoruz, o kadar. Derinlerde su var, ama kuyuya kovayı atıp su çıkaramıyoruz.

Eşime dün akşam ‘tasavvuf bu kavramları nasıl tanımlıyor?’ diye sordum. ‘Huzur ve mutluluk daha gündelik şeyler, tasavvufta bu ‘zevk hali’ olarak anlatılır’ dedi. Sadece var olduğun için duyduğun zevk… Huzur da bunun içinde, mutluluk da… Nefes aldığın, hayatta olduğun, sadece ve sadece var olduğun için zevk ile dolup taşmak. Orada huzur da, mutluluk da, ilham da var. Hem de tüm arzulardan bağımsız olarak. Peki kaçımız böyle bir halin ‘utopik’ olmadığından haberdar? Ve neden hayattan almayı umduğumuz zevki bir türlü bulamıyoruz dışarıda? Madem bizim en doğal halimiz bu huşu, neden bu en doğal halimiz bize yasak gibi? Bir anlığına hasbel kader kavuşsak bile neden ondan ayrılmak zorundayız? Neden bu hali yeşertmenin, yaşatmanın formülü bizden sır gibi saklandı?

(devam edecek…)  

24 Nisan 2017 Pazartesi

Hayat İşte...

Ortaokul ve lisede, bir türlü alışamadığım hayata prova olsun diye tiyatro yapardım. Çeşit çeşit ruhu taklit ederken onları anladığımı hisseder, her nevi insan tipiyle bedenimi, zihnimi ve ruhumu paylaşırdım. Bir olurduk. Onları çok sever, kulağıma fısıldadıklarını dinlerdim. Bazen çekilmez olsalar da, bir parçam olurlardı. Bazen acır, bazen de özenirdim onlara. Sahneye çıkmaya, oynadığım karakterlerle bağ kurmaya, hayatı onların gözünden görmeye aşıktım. Kendiminkiyle aram çok da iyi olmadığı için belki de…

Hangimiz zorlanmadık acaba hayata ilk fırlatıldığımızda? Kuru. Cansız. Soğuk soğuk. Vıcık vıcık hayata. Ama en nihayetinde bir yolunu bulduk işte idare etmenin. Hepimiz bu tuhaf aleme göre savunma mekanizmaları geliştirdik. Kimimiz, diğerlerimize göre daha başarılı olduk bu konuda. Onun için de ‘nasılsın?’ sorusuna cevabımız, ‘idare ediyoruz işte’ oldu genellikle… Gerçekten mutlu olup huzuru yakalayabildik mi bilmiyorum. Amaç da o değildi zaten. Okulda bize nasıl mutlu olunacağını öğretmediler. Karalayacak test kitapçıkları, çözülecek problemler, ezberleyecek müfredattan sıra mı kalıyordu bu ‘saçma sapan’, ‘romantik’ şeye? Aşkı beklerken mutluluğa kavuşacağımızı hayal ettik. Kariyer hedeflerimizi yazarken, başarı çıtamızı yükseltirken hep bir gün mutlu olacağımız hayallerine sarıldık. Sonra bir gün, dehşetle belki de asla mutlu olamayacağımızı fark ettik. İlaç sektörü bayram etti. Bu kuru, cansız, soğuk, vıcık yeri antidepresanlar şenlendiriyordu artık! Çok şükür antidepresan alma aşamasına gelmemişsek, hala gelecekteki ‘bir gün masalı’ bizi ‘idare ediyor’du. 

Çünkü biz, bize ezeli ebedi ait olan mutlulugun pesine düsmeyi çoktan unutmuştuk…

23 Nisan 2017 Pazar

Yazarlığa Dönüş

(English version will soon follow)

Çingene, yolda. Ben de yolunu gözlüyorum. Ne zaman çıkacağını sormayın, henüz hiçbir fikrim yok, ama çıkacak. :)) O dünyaya gelmek üzere kendi yolunu yaparken, ben de içimde gün geçtikçe büyüyen paylaşma isteğini içerde zor tutuyorum... Madem bu kadar heyecanlıyım, bloğuma yazayım, ufak ufak sızdırmaya başlayayım, dedim bugün. Bu da benim kendime 23 Nisan hediyem olsun!

*
Yazmaya ilk defa okuma yazmayı öğrendiğim zaman kuzenim Ceyda’yla, kırtasiyeye gidip birer günlük aldığımızda başladım. Günlük tutmama o ilham olmuştu. Şifreli kelimeler üretip, şifrelerin ne anlama geldiğini de günlüğümün arkasına yazmıştım, hiç unutmuyorum. Dondurma yemek; “dondon lungur”du mesela. Annemden gizli dondurma yemişsem keza, oraya şifreli haliyle yazıverir, suçluluk duygumu bir nebze de olsa bastırırdım. O günden sonra her gün ama her gün bir asker disipliniyle üniversiteye başlayana dek günlük tuttum. O kadar çok şey hissediyordum ki, ancak yazmak beni çözüyor, rahatlatıyor, tepişen duygularımı dizginlememe vesile oluyordu. Suçluluk duyuyorsam az biraz dindiriyor, acımı katlanılır bir hale getiriyor, beni günahlarımdan arındırarak vicdanıma yaklaştırıyor, toplum tarafından gözardı etmem beklenen ruhumla aramdaki bağı yitirmememi sağlıyordu yazmak. Yirmi kadar kilitli, kilitsiz, kokulu, süslü, püslü günlük durur tavan arasında. Dosya dosya da şiir vardır aralarında. Dönüp, bir kez bile tekrar okumadığım şiirler... İçimi bayan derslerde sıkıldıkça, tahta sıralara gömülüp, şiirler yazardım. Üniversite yıllarında yazmayı bıraktım. Hissetmeyi bırakmadım, yazmayı bıraktım. Yoga, meditasyon ve özbilgisiyle duygularımı kafakola almaya başlamıştım çünkü. Bir anlamda başka yollarını bulmuştum ibadet etmenin... Şimdi ikisini birleştirme vakti benim için.

*
Aşkla, hayranlıkla okuduğum, izlediğim, dinlediğim, dürüstlüğü, açıklığı ve kelimelerle sevişme sanatıyla kalbimi fetheden  o ünlü yazar Elizabeth Gilbert, ‘Your Elusive Creative Genius’ adlı Ted konuşmasında (izlemenizi tavsiye ederim), yazarların ilham perilerinden bahsediyor. Konuşmayı sizlere kısaca aktaracak olursam, Ye, Dua Et, Sev’deki başarısını belki de bir daha asla elde edemeyeceği ve en büyük başarısının artık geride kaldığı gerçeğiyle yüzleştiğinden ve bir eser meydana getirmenin tüm sorumluluğunu o eseri yaratana yüklemenin çok ağır olduğundan bahsediyor. Eski dönemlerde bu sorumluluğu eserleri yaratanların ilham perileriyle de paylaştıklarına inanıldığını anlatıyor konuşmasında. Sen her gün görevini yapıp, onlarla buluşmaya gidersen, birlikte işe koyuluyorsunuz. Artık o gün peri topallamışsa, ateşi çıkmışsa, tam performans sergileyememişse, ortaya çıkan eserde onun da sorumluluğu olduğundan söz ediyor Gilbert.  


Ben, üniversite yıllarıma dek perilerimle buluşmuş, üniversiten bugüne dek ise kendime düşen bölümü aksatmıştım doğrusu. O zamandan bu yana ortalıkta olmadığım için iletişemediğim ilham perilerimle birkaç sene önce kavuştuk ve ben de  yeniden yazmaya başladım. Ortaya ‘Çingene’ çıktı. (Aslında Gazete Sabun'da yazdığım sıralarda, biricik Zeynep Durul da onlarla iletişime geçmemi desteklemişti. Onunla başladı belki de bu süreç yeniden... Bir süre hayatın hengamesine kapıldım, güme gitti ama yakında ona söz verdiğim gibi devam edeceğim Sabun'da da yazmaya.) 

Yazmak sancılı bir süreç… Dur durak bilmeyen bir debelenme, aniden gelen ilhamlar kaçmasın diye yol ortasında telefonu tırtıkladığın için atlattığın ezilme tehlikeleri, kafanda sürekli dönen bir "ama bu hikayeden kime ne ki?" sorusu, yoğun duyguların etkisi altında yaratmanın getirdiği farkındalık sıçramaları ve eş zamanlı manik haller, sonu gelmez bir aşkla kelimeleri en ahenkli şekilde bir araya getirme telaşı... Hele Çingene doğarken, tüm yaşamım sızladı kalbimde. Hayata karşı olan tüm aşkımla yazdım onu. Tüm açık yürekliliğim ve tüm savunmasızlığımla. Çünkü en güzel olanın, o savunmasızlıkta olduğuna inanıyorum ben.


Çok sevdiğim yazar / konuşmacılardan (gerçek mesleği savunmasızlık araştırmacısı) olan Brené Brown şöyle diyor: “Hikayemizi, empati ve anlayışla karşılayan birisiyle paylaştığımız zaman, utanç yaşamına devam edemez." Hepimiz hayattan bir takım dersler alıyoruz. Aldığımız dersleri paylaşmak güzel tabii, ama pek çoğumuz gerçek hikayeyi evde uyumaya bırakıp sokağa çıkıyoruz. Oysa gerçekleri paylaşmanın yarattığı aidiyet aşkı değil mi tüm yaralarımızı saran? Çünkü gerçek şu ki; hepimiz yara aldık. Hepimiz hata yaptık. Halen de yara almaya ve hata yapmaya devam ediyoruz. Kimden, neyi saklayacağız ki? 

Çingene, benim yaralarımın, hatalarımın, sancılarımın ve onları deşip aydınlığa çıkışımın hikayesi oldu. O'nun için de çok sevdim Çingene'yi. Ama ben, oh canıma değsin ki, hata yapıp yara almaya, sonra da aydınlığa çıkıp o yaraları sarmaya, hissetmeye ve hayatı doyasıya, dolu dolu, bana tüm sunduklarıyla ve ona tüm sunabileceklerimle yaşamaya devam ediyorum. Onun için de kuvvetle muhtemel, Çingene'nin ikinci cildi de fazla vakit kaybetmeden doğacak... :)