23 Nisan 2017 Pazar

Yazarlığa Dönüş

(English version will soon follow)

Çingene, yolda. Ben de yolunu gözlüyorum. Ne zaman çıkacağını sormayın, henüz hiçbir fikrim yok, ama çıkacak. :)) O dünyaya gelmek üzere kendi yolunu yaparken, ben de içimde gün geçtikçe büyüyen paylaşma isteğini içerde zor tutuyorum... Madem bu kadar heyecanlıyım, bloğuma yazayım, ufak ufak sızdırmaya başlayayım, dedim bugün. Bu da benim kendime 23 Nisan hediyem olsun!

*
Yazmaya ilk defa okuma yazmayı öğrendiğim zaman kuzenim Ceyda’yla, kırtasiyeye gidip birer günlük aldığımızda başladım. Günlük tutmama o ilham olmuştu. Şifreli kelimeler üretip, şifrelerin ne anlama geldiğini de günlüğümün arkasına yazmıştım, hiç unutmuyorum. Dondurma yemek; “dondon lungur”du mesela. Annemden gizli dondurma yemişsem keza, oraya şifreli haliyle yazıverir, suçluluk duygumu bir nebze de olsa bastırırdım. O günden sonra her gün ama her gün bir asker disipliniyle üniversiteye başlayana dek günlük tuttum. O kadar çok şey hissediyordum ki, ancak yazmak beni çözüyor, rahatlatıyor, tepişen duygularımı dizginlememe vesile oluyordu. Suçluluk duyuyorsam az biraz dindiriyor, acımı katlanılır bir hale getiriyor, beni günahlarımdan arındırarak vicdanıma yaklaştırıyor, toplum tarafından gözardı etmem beklenen ruhumla aramdaki bağı yitirmememi sağlıyordu yazmak. Yirmi kadar kilitli, kilitsiz, kokulu, süslü, püslü günlük durur tavan arasında. Dosya dosya da şiir vardır aralarında. Dönüp, bir kez bile tekrar okumadığım şiirler... İçimi bayan derslerde sıkıldıkça, tahta sıralara gömülüp, şiirler yazardım. Üniversite yıllarında yazmayı bıraktım. Hissetmeyi bırakmadım, yazmayı bıraktım. Yoga, meditasyon ve özbilgisiyle duygularımı kafakola almaya başlamıştım çünkü. Bir anlamda başka yollarını bulmuştum ibadet etmenin... Şimdi ikisini birleştirme vakti benim için.

*
Aşkla, hayranlıkla okuduğum, izlediğim, dinlediğim, dürüstlüğü, açıklığı ve kelimelerle sevişme sanatıyla kalbimi fetheden  o ünlü yazar Elizabeth Gilbert, ‘Your Elusive Creative Genius’ adlı Ted konuşmasında (izlemenizi tavsiye ederim), yazarların ilham perilerinden bahsediyor. Konuşmayı sizlere kısaca aktaracak olursam, Ye, Dua Et, Sev’deki başarısını belki de bir daha asla elde edemeyeceği ve en büyük başarısının artık geride kaldığı gerçeğiyle yüzleştiğinden ve bir eser meydana getirmenin tüm sorumluluğunu o eseri yaratana yüklemenin çok ağır olduğundan bahsediyor. Eski dönemlerde bu sorumluluğu eserleri yaratanların ilham perileriyle de paylaştıklarına inanıldığını anlatıyor konuşmasında. Sen her gün görevini yapıp, onlarla buluşmaya gidersen, birlikte işe koyuluyorsunuz. Artık o gün peri topallamışsa, ateşi çıkmışsa, tam performans sergileyememişse, ortaya çıkan eserde onun da sorumluluğu olduğundan söz ediyor Gilbert.  


Ben, üniversite yıllarıma dek perilerimle buluşmuş, üniversiten bugüne dek ise kendime düşen bölümü aksatmıştım doğrusu. O zamandan bu yana ortalıkta olmadığım için iletişemediğim ilham perilerimle birkaç sene önce kavuştuk ve ben de  yeniden yazmaya başladım. Ortaya ‘Çingene’ çıktı. (Aslında Gazete Sabun'da yazdığım sıralarda, biricik Zeynep Durul da onlarla iletişime geçmemi desteklemişti. Onunla başladı belki de bu süreç yeniden... Bir süre hayatın hengamesine kapıldım, güme gitti ama yakında ona söz verdiğim gibi devam edeceğim Sabun'da da yazmaya.) 

Yazmak sancılı bir süreç… Dur durak bilmeyen bir debelenme, aniden gelen ilhamlar kaçmasın diye yol ortasında telefonu tırtıkladığın için atlattığın ezilme tehlikeleri, kafanda sürekli dönen bir "ama bu hikayeden kime ne ki?" sorusu, yoğun duyguların etkisi altında yaratmanın getirdiği farkındalık sıçramaları ve eş zamanlı manik haller, sonu gelmez bir aşkla kelimeleri en ahenkli şekilde bir araya getirme telaşı... Hele Çingene doğarken, tüm yaşamım sızladı kalbimde. Hayata karşı olan tüm aşkımla yazdım onu. Tüm açık yürekliliğim ve tüm savunmasızlığımla. Çünkü en güzel olanın, o savunmasızlıkta olduğuna inanıyorum ben.


Çok sevdiğim yazar / konuşmacılardan (gerçek mesleği savunmasızlık araştırmacısı) olan Brené Brown şöyle diyor: “Hikayemizi, empati ve anlayışla karşılayan birisiyle paylaştığımız zaman, utanç yaşamına devam edemez." Hepimiz hayattan bir takım dersler alıyoruz. Aldığımız dersleri paylaşmak güzel tabii, ama pek çoğumuz gerçek hikayeyi evde uyumaya bırakıp sokağa çıkıyoruz. Oysa gerçekleri paylaşmanın yarattığı aidiyet aşkı değil mi tüm yaralarımızı saran? Çünkü gerçek şu ki; hepimiz yara aldık. Hepimiz hata yaptık. Halen de yara almaya ve hata yapmaya devam ediyoruz. Kimden, neyi saklayacağız ki? 

Çingene, benim yaralarımın, hatalarımın, sancılarımın ve onları deşip aydınlığa çıkışımın hikayesi oldu. O'nun için de çok sevdim Çingene'yi. Ama ben, oh canıma değsin ki, hata yapıp yara almaya, sonra da aydınlığa çıkıp o yaraları sarmaya, hissetmeye ve hayatı doyasıya, dolu dolu, bana tüm sunduklarıyla ve ona tüm sunabileceklerimle yaşamaya devam ediyorum. Onun için de kuvvetle muhtemel, Çingene'nin ikinci cildi de fazla vakit kaybetmeden doğacak... :)



2 yorum:

  1. Bu yorum yazar tarafından silindi.

    YanıtlaSil
  2. Insanlarin bildiklerini, deneyimlediklerini genc kusaklara aktarmasi bir görevdir kanisindayim. Ama bu aktarilarin uydurma veya yanlis olabilmesi olasiligi da görevi kötuye kullanmak, sadece kendini hosnut etmektir diye dusunurum.
    Cingene`yi okudum. Samimiyetle ve duyularak aktarilmis, okuyucuya yolunu göstermesinde yardimci olabilecek gercek bir hayat hikayesi. Tebrik ederim kizim.
    Baban

    YanıtlaSil