29 Kasım 2012 Perşembe

Bekar Mutluluk

TEK Mİ ÇİFT Mİ? 


Bazı kadınlar bekar bekar gayet de mutlular. Yakın zaman önce çok sevdiğim bir arkadaşımla konuştuk, bana dedi ki: "Ya Arzu, ben böyle çok mutluyum ama evlen evlen diye tutturuyorlar!" 

Ben de kendi kendime söylendim, "erkekler avlansın, kadınlar evlensin, oh ne ala memleket!" Rahmetli anneanneme göre, "erkekler evde kalmaz!"... Ama kadınlar hemen everilmeli...

Biz herkesin işine burnuna sokan bir kültüre aitiz. Kimine göre iyi birşey bu, kimine göre hiç de iyi değil. Orası tartışılır ama şurası kesin ki, komşu Ayşe Teyze'nin de, üçüncü göbekten amcaoğlu Hilmi'nin de senin hakkında söyleyecek birşeyleri vardır!..

Hele ki artık belli bir yaşa gelmiş genç bir kadınsanız, başlı başına konu sizsiniz demektir. "E kızım evlen sen artık." Yahu ben belki evlenmek istemiyorum, sana ne!? Belki ben mutluyum bekar halimle!? 

Sanki "kadınlar gerçek mutluluğa ancak evlenince ve çocuk doğurunca kavuşurlar" gibi bir 80'ler yaklaşımı içinde olmamız beni biraz irrite ediyor doğrusu. Çoğu kadın evlenmek istemiyorsa bile, bunu dillendiremiyor. Evlenmek istememek sanki hastalıkmış gibi muamele görüyor ya, ben buna üzülüyorum. 

Hadi evlenmek istedin, öyle kolay mı kafana göre birini bulmak? Sanki pazara gittin, "üç kilo elma, bir de iyisinden 80 kilo koca tart sen bana."

Bir de evlenmek çok matah birşeymiş gibi gazlayanlara sorsanız, kaçının evliliği tıkırında acaba?


Diğer taraftan da benim gibi, her daim telli duvaklı gelin olmayı hayal edenler var. Her ne kadar içime dönmüşsem, sürdürülebilir meditatif bir hayatı benimsemişsem de, "ruh eşimi bulmadan olmaz" diye tutturdum. Tamam mutluyum huzurluyum da, herşey O'nsuz biraz yarım...

Uzun bekledim, kolay olmadı ama illa inandım geleceğine, söke söke aldım kocamı. Her yolu denedim gelsin de sevsin beni diye, şöyle : 
  • Bir gün, başkalarını kıskanmayı bırakıp, beyaz atlı prensimin orda bir yerde olduğuna fazlasıyla inandım.
  • Zırlamayı kestim, harekete geçtim : İstediğim adamın bütün özelliklerini altalta yazdım. Bütün onda olmasını istediğim değerleri, nitelikleri, hali tavrı, ne yer ne içer, nerde gezer, hepsini...
  • Odama çiftler için bir sunak (altar) hazırladım. Hergün başında mutlu ve huzurlu bir ilişki için mum yaktım dua ettim. Sunağıma mutlu bir fotoğraf yerleştirdim.
  • Kendi iç dengelerimi yerine oturtmaya odakladım. Ben dalgalıysam, illa ilişkim de dalgalanacak. (Genellikle beyaz atlı prensi bekleriz ama beklediğimiz kişi geldiğinde pamuk değil yamuk bir prenses olduğumuzun farkına varırız ya...) 
  • Zaten iç dengelerim yerine oturduğunda, Çağrı'nın son bir senedir zaten hayatımda olduğunu farkettim...İki sene flört ettik, iki sene beraber yaşadık, bir sene nişanlı kaldık, tanıştıktan beş yıl sonra da evlendik. :)

27 Kasım 2012 Salı

"Aracı Çakmadan Frene Basmak"


Hiç dikkat ettiniz mi, "Kaza yaptım" diyen azdır, genellikle "araç kaza yaptı" denir. Sanki terminatör bu! Kendi kendini kullanmıyor ya...

Sonra efendime söyleyeyim, "patron manyağın teki", "bizim hanım devamlı söyleniyor", "ekipte iş yok", "kocam dıngıl", "çocuk hiç ders çalışmıyor"... Sen de sütten çıkmış ak kaşık! Hep şikayet, hep bahane, hep aynı sabahlara uyan dur.

Yalan mı ya? Bir kere de değişik bir cevap ver di mi yani? Sürekli söylenen patrona kızmak yerine bir gülümse, ekip arkadaşlarına çatmak yerine onlara abilik/ablalık et...

Tamam yapacaz ama gram tahammülümüz yok ki! Yorgun, argın, biraz da çaresiziz... Hem kendimizden sıkılıyoruz, hem ona kızıyoruz, hem de işin içinden çıkamıyoruz.

Kendi kendimize beş dakika durup bir düşündüğümüz zaman o kadar çok şeyi değiştirmek gerekiyor ki belki, korkup düşünme sürecini hemen kesiyoruz. Kafayı dağıtmak gerek, içmeye çıkıyoruz...

Kendinizi bu durumlarda buluyorsanız, bir meditasyon kursuna katılın. (Bu cuma akşamı biz Fenerbahçe'de başlıyoruz mesela) Başkalarını ve olayları bırakıp bir kendinizle tepişmeye & sevişmeye başlayın...

Kafayı boşaltmak gerek. Çok dolu kafalar... Net düşünemiyoruz. Olayların içinde tepinip duruyoruz ama dışına çıkamıyoruz. Meditasyon, zihninize netlik kazandırır. Berrak bir aynadan ise hayat çok daha farklı görünür...

EYVAH SINAV VAR!


Kafanı yataktan kaldırdın mı stres başlar. Küçük çocuklarda her sabah okula giderken “eyvah öğretmen işaret parmağını bana çevirip, “sen!” diyerek tahtaya çağırırsa" stresi,  büyük çocuklarda özellikle sınav dönemi “ya çakarsam?” stresi, çalışanlarda “of yine bu patron” stresi, patronlarda da “paraları nasıl şirkete sokacaz da merdaneyi döndürecez” stresi…

Bugün objektifi (sınav dönemleri çünkü) üniversite ahalisinden yana çevireceğim.
Sınav dönemi öğrenciler yürüyen birer baruta dönüşebilirler. Gayet doğal, çoğumuz geçtik o dönemden. Şimdi bu yürüyen barutu ateşe yaklaştırmamak lazım. Patlar. Yani bu ne demek, yürüyen diğer barutlardan uzak durulacak.  Kim bu barutlar? Sınav dönemi ve hazırlanma sürecinde sizi daha yoğun strese sokan herkesten uzak durun. Bu biiir.

Sınava hazırlanırken ve sınav günlerinden 1 hafta önce iyi beslenin. Tost ayranla ömür de geçmez sınav da. Doooğru esnaf lokantasına! Bol su, taze meyve suları, taze yeşillikler, bol sebze, bol bakliyat, kuruyemiş. Fast food’dan uzak durun ki, kafanız daha çok çalışsın. Allah, iyi beslenince zihin açıklığı verir.

Meditasyon, yoga, nefes biliyorsanız kullanma zamanı! 3 saatte kafanıza giren şeyi 1 saatte sokar. Geriye kalan 2 saatte de mola verirsiniz.

Deli gibi çalışmanıza gerek yok. Sistemli çalışın. Sınava hazırlanırken bile her gün 1 saati laklak için ayırın. Sistem MOLA ister. Mola vermezseniz, ambale olur öyle aval aval kitaba bakarsınız.

Sabahlayana kadar çalışıp sınava hayalet gibi girerseniz büyük ihtimal sınavda kazan gibi bir kafayla tek istediğiniz uyumak olacaktır. Son 1 hafta bariz 8 saat uyuyun. Ne az, ne fazla. Sınavlara son hafta değil 1 ay önceden hazırlanmaya başlasanız iyi olur. İş disiplini konusunda da sonradan yardım eder. 


Babam daha ilkokuldayken ilk yazılı günü okula gitmeyi şiddetle reddettiğimde şöyle demişti: “Aaa, sen ne sınavdan korkuyorsun yahu! Sınav senden korksun!” o kadar benimsedim ki bu sözü sonraları… Her sınavdan önce, tam hazırlanamamış bile olsam, kendi kendime şöyle derdim : “KORK BENDEN!” Kendinizi cesaretlendirin!! 

Elinizden gelenin hepsini yapın. Çalışın, didinin. Ama bunu eğlenerek yapın. Renkli kalemler alın, hatırlatıcı kolaylıklar sağlayın, 2’li gruplar halinde birbirinizi sınav yapın. Herşey karanlık ve kasvetli olmak zorunda değil. İşin içine muzurluk ve eğlence katın. Diyelim anatomi öğreniyorsunuz, ayak parmaklarınızın üzerine kalemle “tarsals” “metatarsals” yazın. Ya da tam böbreğinizin üzerine, tam yerini hatırlamak için böbrek şeklinde çıkartma yapıştırın. Öğrenmek illa aa-alı alaulalı tek tip olacak diye birşey mi var canım?

Ara mı verdiniz? Basın müziği deli deli danslar edin. Hem stresinizi boşaltır hem de biraz kardio olur.

Herşeyi yaptınız mı? Tamam artık. Gerisini bırakın. Mükemmel bir not aldığınızı hayal ederek sınava girin.  Ya olacak, ya olacak! İlk mantranız şu olsun : “I’M GONNA KICK ASS!”

Elinizden geleni yapın ve sınav günü şunu tekrarlayın : “SO WHAT?!” 

Kolay gelsin! Gerçek başarı, sağlığınızı ve mutluluğunuzu her daim koruyabilmek. İster inanın ister inanmayın ama hayatta kimse size “Bu arada senin kimyan kaç?” diye sormayacak.

24 Kasım 2012 Cumartesi

Depresyona Karşı X Sağlıklı Beslenin!!



“MUTLU MUTFAK” ATÖLYE GÜNCESİ

Bugün, ilk “Mutlu Mutfak” Atölyesini gerçekleştirdik! Yukardaki fotoğraf da ortaya çıkardığımız eserin resmidir. Bravo bize! :)

Hem çok keyifli, hem neşeli, hem de paylaşımlarla dolu, hepimiz için son derece öğretici bir atölyeydi.

Sağlıklı beslenmenin püf noktalarını, biraz ayurvedayı, biraz da dünyadaki çeşitli diyetleri konuştuk. Sebze, tahıl, bakliyat ağırlıklı beslenmenin öneminden bahsettik. Birlikte çok sağlıklı ve lezzetli, hem de pratik yemekler pişirdik.

Gözlemlerime göre, Türkiye genelinde et, tavuk, patates, pilav ve hamur işleri ağırlıklı beslendiğimiz. Zeytinyağlılardan da barbunya, pırasa ve yeşil fasulyenin dışına pek çıkmıyoruz. Eğer sizin de diyetiniz buysa ve yorgunluktan şikayetçiyseniz beslenmenizin yetersizliğinden de kaynaklanıyor kuvvetle muhtemel...


Yiyeceklerin vitamini, mineralinin yanısıra bize verdiği bir de pranik değer var. Yaşam enerjisi yani. Bizi mutlu etmesi, enerjik ve neşeli yapması. Yediğimiz her şey hücre bazında “biz”e dönüşüyor. Onun için ne yediğimiz, bizi biz yapıyor aslında.

“Pranik” beslenmek çok önemli, çünkü yiyeceklerden aldığımız enerji, bizi ruhen de beslemeli. 

Pranası yüksek besin (Pırasası değil yahu pranası / Off yine patlattım! Niye tutamıyorum ki kendimi! :)) listeniz aşağıda. Bu sene bunları diyetinize katın, enerjinizin katbekat arttığını görecekseniz. Nasıl pişireceğiniz konusunda ufkunuzu genişletmek isterseniz, önümüzdeki “Mutlu Mutfak Atölye”sine siz de kendinizi katın!!


PRANASI YÜKSEK ALIŞVERİŞ LİSTESİ

AKTAR :
Zencefil, Zerdeçal (Hint Safranı), Muskat, Kişniş, Tarçın, Karanfil, Kimyon (tane ve toz), Hardal Tohumu, Kekik, Nane, Köri, Defne Yaprağı, Deniz&Kaya Tuzu

PAZAR-MARKET :
Her renk mercimek
Her tür fasülye (yeşil, maş, kuru, börülce…)
Bezelye
Bakla
Yulaf (Ezmesi)
Yarma Buğdayı (Aşurelik)
Kuskus 
Bulgur
İrmik
Şehriye, erişte
Makarna (Esmer daha iyi)
Esmer Pirinç
Quinoa (Glutensizdir)
Nohut
Bal (Bulabildiğiniz en Doğalından)
Keten Tohumu
Zencefil (Taze)
Ayçekirdeği ve Kabak Çekirdeği
Ceviz – Badem – Fındık ve Fıstık 4’lüsü
Kuru Kayısı (Siyah olan)
Kuru İncir
Kuru Üzüm
Kaju Fıstık
Avokado (Olgun avokado + Tuz, Karabiber, 1-2 kaşık zeytinyağı, mmmmh!)
Pekmez
Tahin (Çok faydalı bir yağdır tahin)
Pancar
Fesleğen, Nane, Maydonoz, Dereotu, Ispanak, Pazı, Tüm Otlar
Mevsim Sebzeleri (Özellikle : Brokkoli, BalKabak, Kabak, Havuç, Yeşil Fasulye, Taze Bezelye) & Kök Sebzeler
Meyveler


info@arzuozev.com 




23 Kasım 2012 Cuma

İÇİNİZDEKİ DEPRESSİFLE SAVAŞ KIŞI! :))

 
Bu mevsim dönüşleri, tam hasta olmalık, depresyona girmelik, yorgun argın zamanlar.. 


Çikolata, tatlı, sıcak tutacak, iç ısıtacak ne varsa hüpletilesi aylar geliyoooo...
 
Bütün kemikleri ağrır, canı bişey istemez, işe gidesi gelmez, yorgan altı kalakalası, kilo alası gelir insanın...

Kendinizi Bezgin Bekir havalarında buluyorsanız şaşırmayın, yalnız değilsiniz! 

Amaaa bezginlikten kurtaran, enerji veren ipuçlarını aşağıda bulabilirsiniz! :))
  • Tatlı yemek yerine sahlep için. Hatta gidin mısır çarşısından alın, evde kendiniz yapın
  • Unlu, şekerli tatlılardansa bal, pekmezi seçin
  • Yediklerinize çok dikkat edin, ağır ve yağlı yiyecekler, ayran ve yoğurttan bir süre uzak durun. Bol sebze meyve tahıl bakliyat kuruyemiş!
  • Haftada bir sauna, spa, masaj, hamam... ne bulursanız kendinizi içine atın
  • Her gün bir öğünde sadece meyve salatası & meyve suyu için
  • Kendinize kahkaha atacak sebepler yaratın, sebep yoksa sebepsiz yere gülün deli deli
  • Bol bol ama bol su için (enerji verir!)
  • İçinizdeki ses "hayıııır!" diye bağırsa da spora başlamak için en güzel zaman!
  • Yogaya gidin. 
  • Nefes & Meditasyon öğrenin, bize gelin!!
  • Yenilikler yapın! Mesela evinizin dekorasyonuna bir iki ufak şey ekleyin değiştirin, saçınızın rengini, stilinizi değiştirin. Çılgın birkaç parça alın.
  • Kendinizi değiştirin, Art of Living kurslarına katılın! 
  • Kendinize bir yaşam koçu bulun, sizi yargılamadan dinlesin, hedeflerinize ulaşmanızda size koçluk etsin. (Beni de arayabilirsiniz!)
  • Kendinizi yenmeye, içinizdeki sizi yanlışa yönelten seslere yüksek sesinizle "HAYIR!" demeye odaklanın. 
insan kendine karşı verdiği savaşı kazandığı zamanlarda yücelir.
kendini suçlaman geçtiyse zırhını tak, savaşa hazırlan!
  • Hayatın anlamını araştırın. Kimliğinizi sorgulayın. Yaşamdan ne istediğinizi netleştirin. Kendinize 5 yıllık hedefler belirleyin.
  • Size ilham veren yazarların kitaplarını alın, okuyun.
  • Zihninizi, düşüncelerinizi gözlemleyin. Dışarı çıkın ve size neler yaptırdığına bir bakın.
  • Kendinizde sevmediğiniz yönleri değiştirin. Korkularınızla yüzleşin.
  • Yaşama sarılın ve deriiin bir nefes alın!

22 Kasım 2012 Perşembe

"Kilonuzu Sağlama Alın" Serisi


KİLONUZU SAĞLAMA ALIN VOL.1

Sağlıklı olduğunuz kiloyu siz bilirsiniz. Eğer o kilodaysanız ne ala. Sağlıklı kiloda olmanız, sağlıklı besleniyorsunuz ya da yaşıyorsunuz demek değil tabii ki. Kilo vermeniz gerekiyorsa verin, yok gerekmiyorsa yine de hareketli olmak, vücudunuzu sağlıklı beslemekle yükümlüsünüz.

Ha, bugün öyle bir zorunluluğunuz olmadığını düşünüyor olabilirsiniz. İlerde sisteminiz erken iflas ederse, yok romatizmam, yok kalbim aman da ağrılarım, diz kapaklarım, unutkanlıklarım diye başladığınız vakit aklınıza geliverir bu satırlar.

Yoksa şimdiden muzdarip misiniz bunlardan? Yine bile geç değil, yoga yapın, nefes öğrenin, meditasyon yapın, doğru beslenmeye bakın.

Kilo vermeniz gerekiyorsa şayet, ben size yardımcı olabilirim. Fakat benden sadece kilo vermek için koçluk almayın. Bedensel, zihinsel ve ruhsal (holistik)  olarak yaşam biçiminizi ve kendinizi “iyi”leştirmek üzere koçluk alın. İşte bu konuda size sonsuz yardımım dokunabilir.

Kilo vermekse amacınız, hedefinizi belirleyin önce. Kendinizi zorlamaya gerek yok. İlk 2-3 ay kilo vermeseniz de olur. Vücudunuz yeni ritmine alışacak ilk bir kaç ay. Beslenme alışkanlıklarınızı değiştirmeniz gerekebilir. Örneğin York testine göre Türk insanının büyük çoğunluğunun mayaya ve glutene intoleransı var. Gel de ekmeği bırak şimdi taze taze! Ama belki de bu yüzden dombilliyorsunuz?!

Kilo vermek kolay. 10 gün meyve suyu için, ahanda 5 kilo verirsiniz. Ama 2 haftada da şıppadanak geri alıverirsiniz hemen.  Verdiğiniz kiloda kalmak istiyorsanız acele etmeyin. Adım adım. Yavaş yavaş. Harala gürele olmaz bu işler. Vücudunuzu alıştırarak vermek zorundasınız. “Yok ben aceleciyim, hemencecik verivereyim” demeyin. Kilo verirken uzun vadeli düşünün, beslenmenizde tüm yaşamınızı sağlıklı bir hale getirecek alışkanlıklar edindirin kendinize. 

 
KİLONUZU SAĞLAMA ALIN VOL.2 

Deneyimimce hem sağlıklı hem eğlenerek kilo verilebilir.
Bu yazım, özellikle kilo vermek isteyenler için.

Bir kere zayıflamaktan daha önemli birşey var ki o da verdiğin kiloda kalabilmek. Yoksa hepimiz kaç kere verdik verdik, sonra aldık! Sinir olduk, ağladık sinirden. Benim işim uzun vadede, sağlıklı kiloda ve moralde kalacağınız bir yaşam biçimine kavuşmanız için size en çok hitap eden şekilde alışkanlıklarınızı değiştirmenize destek olarak hayatınıza karışmak.

Her zaman bir çıkar yol vardır. Yemeği sevdiğiniz şeylerden intoleransınız ya da alerjiniz olmadığı sürece vazgeçmeniz gerekmez. Neyi ne kadar yediğinizi bilin ve ona göre mideye indirin, yeter.

Çoğu zaman kilo vermek dış görünüşle ilgili olarak algılanır. Böyle olduğu zaman da verilen kilolar şıppadanak geri alınır. Kilo vermek, holistik bir iş. Verilen kilonun kalıcı olması için kafayı da değiştirmek gerek. Yani yemekle aranızdaki ilişki durumunu “it’s complicated”’den, “in a relationship”’e çevirmek. 

Sağlıklı kiloda olmak, kalmak ve böyle bir yaşam biçimini benimsemek, hem zihinsel hem fiziksel hem de ruhsal, yani holistik bir dengede mümkün.

Zayıflamanızın önündeki engeller ne? Çok mu hareketsizsiniz, içkiyi mi seviyorsunuz, abur cuburcu musunuz yoksa kendinizi kaybedercesine mi yiyorsunuz? Yemeği mi çok seviyorsunuz? Gerçekten sevdiğiniz yemek mi yoksa başka bir şeyi mi örtbas ediyorsunuz?

Kilo verirken şunlara çok dikkat etmelisiniz:

-       Kilo vermek icin ne yediğinizden daha önemli bir şey var ki, o da neyi nasıl ve ne miktarda yediğiniz.

-       Moraliniz nasıl? Üstünüzde kırk kilo yük, kafanızda dönen binbir tilkiyle beraber kilo vermek zor. Sadece bedeni değil, kafayı da hafifletmek lazım. (Art of Living seminerlerine katılın!)

-       Olumsuz duygular içindeyken yemek yediniz mi hazmedemezsiniz.

-       İştahınız nasıl? 3000 kalorilik bir diyetten hooop diye 1200 kaloriye düşmemezsiniz bir anda. Zamanla yavaş yavaş mideyi küçülteceksiniz.

-       Sizi ne heyecanlandırıyor? Coşku hissediyor musunuz hayata karşı? Yüreginizi ne hop hop sektiriyor? Vakit ayırıyo musunuz peki aşık olmaya, aşık olduğunuz şeyleri yapmaya?

Bir de şu var ki, şu anki durumunuzdan nefret etmeniz sadece süreci yavaşlatır. Olmak istediğiniz hali sevin ancak şu anki kilonuza da saygı duyun ve kendinizi sevmenizi engellemesin bu durum. Unutmayın ki vücudunuz herşeye rağmen size hizmet vermeye devam ediyor. Şükredin.

Diyet yaparken belli bir disipline gireceksiniz elbet, fakat eziyet çekmemelisiniz. Hareket, beslenme, nefes, yoga ve meditasyon uyum içinde seyretmeli. Niyetliyseniz, başlayalım!

20 Kasım 2012 Salı

Dombili Bambal Danslar :)



En çok kilo vermek istediğiniz zamanlarda, “Ohhh ohhh ne de dombiliyim, iyi ki de dombiliyim!” diye oynayarak dansettiğiniz oldu mu?  Ben böyle oynaya oynaya 12 kilo verdim. Hem dansederek kalori yaktım hem de kendimle eğlendim. Vücuduma aşık olduğum için değil. Ama içinde bulunduğum durumdan nefret etmenin kimseye bir hayrı olmayacağını anladığım için.

Siz kilo vermek isterken, zihniniz, içinde bulunduğunuz bedene hep karşı koyacak, istemeyecek onu. Kilo verirken moralinizin iyi olması çok önemli.
 
Bir şeyi istemediğimiz zaman hep öyle olmuyor mu? Örneğin öfkenize hakim olabilmek istiyorsanız, öfkeli olduğunuz anlardan nefret edersiniz. Hatta öfkeli davrandığınızda kendinizden.

Belki ilk başta biraz saçma gelecek ama hiç, olumsuz gördüğünüz yanlarınıza ya da önyargıyla yaklaştığınız kişilere kucak açmayı denediniz mi? Biraz zor da olsa bence deneyin. O kadar da olumsuz olmadıklarını, illa ki birşeylere hizmet ettiklerini göreceksiniz. Siz onları kucakladıkça, onlar sizi terkedip gidecekler.

Ya da kucaklamayı bir kenara bırakın, kurcalamayın hiç olmazsa.
Her ne ise yaşamınızda kurtulmak ya da değiştirmek istediğiniz şey, üstüne kafa kırdıkça içinden çıkılamaz bir hale geliyor. Bir yandan değiştirmek için elinizden geleni yaparken, diğer yandan tiye alın biraz dalga geçin kendinizle, kas kas nereye kadar öyle değil mi ya?!

Gevşeyin ayol azıcık ne o öyle ciddi ciddi! Rahat olun ki evren de biraz düğmelerini gevşetsin sizinleyken! Evrenle aranızdaki ilişki iki arkadaş ilişkisi gibi, sen gergin gergin "aman da ben niye kilo veremiyorum" diye dolanırsan, o da seni gerer valla hiç veremezsin.

Uzat bi ayaklarını bi rahatla yahu! N’apalım dombillediysen dombilledin, canından mı önemli yahu! Ohhh ... 

Kasık insanları kimse sevmez zaten hep arkasından konuşurlar. 

Nasıl  mı rahatlayacaksınız? Nasıl mı kilo vereceksiniz? Orası kolay...
Dilerseniz beraber planlayalım! :) info@arzuozev.com

19 Kasım 2012 Pazartesi

YAKA PAÇA


İki aşkım...


Bir yanda İstanbul... Yakası paçası dört bir yana ayrılmış, ceketinin düğmeleri birbirine kavuşamayan, oradan oraya koşturan şişman ve hırslı bir kadın gibi bazen...
 
Bazen de deli gibi aşık olduğumu hissettiğim, ışıklarını kalbime kalbime saplayan, Galata köprüsünün üstünden,  aşağıya adeta biri beni aşağı itse huşu içinde bir yaprak gibi savrulacakmışcasına kendimi kaybederek izlediğim şuh kadın İstanbul. 

Delirmiş keşmekeşiyle, gözüdönmüş trafiğiyle, yine de her gününe uyandığımda binlerce şükrettiğim şehir... 


Diğer yanda eteklerinde huzur bulduğum, rahibe Teresa kılıklı Bodrum’um...İçine girdim mi ben yokum sanki... Turkuaz denizlerinde bir dalıp bir çıkıyorum... Kendimden geçiyorum oracıkta...Pembe begonvillerini ruhuma dolamış, çeke çeke efsunlu efsunlu “geeel, geeel” diyor rüyalarımda... 

Ne garip bir çapraz, ne çarpık bir ilişki ikisi arasındaki?! 
Ve benim birbirine tamamen zıt iki şehirdeki garip duygularım! 


* * * 
Zıtlık demişken...

Herkesin birbirini değiştirmeye koşullandığı bir düzenin içinde yaşasak ve herkesi kendimize benzetmeye çalışsak da,  hepimiz aynı olsaydık dünya ne kadar sıkıcı olurdu kim bilir!? Düşünsenize herkes siz gibi... Ne korkunç! İyi yanlarımız, kötü taraflarımızda kör topal birşeylere hizmet ediyoruzdur elbet...

Patronunuzun naletliği belki hayalinizdeki işi kurmuya itti sizi ve bugün çok mutlusunuz bu yüzden. Gidip elini öptünüz mü? Bilmeden size ne büyük iyilik etmiş aslında!

Ya da geçmişinize dönüp baktığınızda kankalarınızla ettiğiniz laklak mı sizi güçlendirdi yoksa düşmanlarınızın tetikte tutması mı sizi?

Belki kulağınızı büküp size gerçekleri söyleyenleri hayatınızdan fırlatıp attınız ama can acınızdan tekrar doğmadınız mı?

Bir şeye kötü derken, tekrar düşünün... Belki sizin hiç bilmediğiniz ışıl ışıl bir yere itekliyordur sizi...

 

 

16 Kasım 2012 Cuma

NE EKSİK?


Ev, araba, iş, arkadaşlar, aile, para...
Herşeyiniz var ve yine de mutsuz musunuz?

Çok doğal, çünkü ruhumuzun besin değeri yüksek besinlere ihtiyacı var ve biz ona bunu sağlayamıyoruz. Biz Afrika’daki açlığı görünce üzülüyoruz ancak en büyük açlık ve her şeye sahip olsak da o boşluk bizim de içimizde.

Erenler, alimler, üstadlar, maneviyatı yüksek zatlar da aynı bizim Afrika’dakilere üzüldüğümüz gibi üzülüyorlar açlığımıza. Onlar da bizim ruhumuzu beslemek üzere kolları sıvamış, harıl harıl çalışıyorlar dünyada, biz bir lokma ruhsal vitamin alalım diye.

Çocuklara baktığınızda neşe, mutluluk ve masumiyet görürsünüz. Kendileriyle bağlantı halinde hareket eder çocuklar. Fakat sonra bu bağ kopar ve yapayalnız kalırız dünyada. İçinde yaşadığımız sistem, bize kendimizi hatırlatmak ve tüm potansiyelimizi hayata geçirmek üzere değil de, baskı, dayatma ve korku temellerine dayalı olarak kurulmuş bir sistem olduğundan kolayca unutuyoruz kendi gerçeğimizin inanılmaz hafifliğini...

İşte insanın dünyadaki yolculuğu bu kendiyle arasında kopan bağları tekrar kalbine dolamak, hafiflemek ve hayatı yine bir oyun gibi yaşamayı hatırlamak, zihnindeki prangaları ve kısıtlamaları kırmak üzere. Tıpkı internete bağlanmak gibi, üstadlar dekoder, yoga, nefes, meditasyon teknikleri ve özbilgisi ise şifreler.

Takın, çalışsın! :) 

15 Kasım 2012 Perşembe

ÖZGÜRLÜKLER ÜLKESİ


Özgürlükler ülkesi bizim ülkemiz!  Özgürlüğe nasıl baktığına bağlı olarak, mesela mecliste tavana çiğ köfte atma özgürlüğü var. E daha bi' dolu özgürlükler var.. Kafa bozuldu mu bir yumruk patlatma özgürlüğü, bağırıp çağırma özgürlüğü, kadınları susturma, pusturma ve aşağılama özgürlüğü...

Ammaaa konu ifade özgürlüğüne geldi mi, orda dur! Kendini ifade etmeye kalkan hapse giriyor yıllardır. Politikayı, medyayı geçtim, halk arasında da müthiş bir “Aman söyleme şimdi ayıp olur”, “sus yahu idare et işte”cilik had safhada... Bence Osmanlı’dan miras kalan alışkanlıklardan...

E ne oldu? Söylemedin, içinde biriktirdin biriktirdin, gittin sonra dedikodusunu yaptın orda burda. E, o daha ayıp!..Söyleyecek neyin varsa uygun bir dille söyleseydin ya içinde patlayacağına onca mesele...

Dedikodunun iyi birşey olmadığını çoğumuz bilsek de gerçekleri söylemekten korkuyoruz çoğu zaman. Bence dedikodu sigara içmek gibi. Kurtulamadığın bir zehri, zehir olduğunu bile bile bırakamıyorsun, içine içine çekiyorsun.

Söylemek istediğini nasıl ifade edeceğini bilmeyen ve buna alıştırılmamış insan, içini muhattabına boşaltamayınca dedikoduya sarıyor. Aslında bana sorarsanız dedikodu, “bu insan tükaka” demek değil; aksine, “hakkında konuştuğum insanı üstünde konuşarak vaktimi geçirmeye değer buluyorum” anlamına geliyor. 

İnsan kendi hayatında anlam bulamayınca, başkalarının yaptıklarından anlam çıkarmaya ve değerlerini ona göre belirlemeye çalışıyor sanki. Böylece hem daha çok dedikodu yapıyor hem de kendisi hakkında söylenenlerle ömrünü heba ediyor.

Hayata nasıl “anlam” yüklenebilir? ANLAM yaz 2230’a gönder! (Of ya çok kötüydü bu!..)

Hayata anlam yüklemek “işe yaramak” ilkesiyle hareket etmek bana sorarsanız.  Bir ideal ve değerler üzerine kurulu bir hayat seçmek kendine.. Her sabah o motivasyonla uyanmak : “Bugün birşeyleri daha iyiye götürmek için ben ne yapabilirim?”

Doğayla mı ilgileneyim, sanatla ya da insan haklarıyla mı, kadın konularını mı ele alayım yoksa çocuklarla ilgili birşeyler mi yapayım? Bir yerlerde gönüllü mü olayım...Dikkati oraya yönelttik mi konu çok!..

Bir işe yaradığını, iyi bir amaca hizmet ettiğini hissetti mi ne kimsenin ne dediğine ayıracak boş vakti olur insanın ne de söylenenler karşısında ölüp ölüp dirilir bana sorarsanız...

13 Kasım 2012 Salı

ŞEFKAT MERCİİ




“Anneeeee! Bittiiiii!!”
“Ya anne yaaa”
“Of anam anam!” 
“Ağlarsa anam ağlar gerisi yalan ağlar...” bu liste uzar gider...

Memlekette şefkat mercii anne.
Kızlarımızın eksikliğini hissettikleri ise, baba şefkati.
Kocamızda, babamızda aradığımız ne ola ki şefkatten başka?

Bugün çok sevdiğim bir arkadaşımla kahve içiyoruz, “özlüyorum diyor, “boşver ben onları döverim, kimmiş benim kızımı/kadınımı üzen!?”” deyip bağra basılmayı özlüyorum...

Belki sadece kadın/erkek meselesi değil bu, hepimiz şefkati hissetmeyi, anlayışla, yargılanmadan karşılanmayı, hatalarımızın affedilmesini özlüyoruz. Çocukluktaki “annem nasıl olsa evde, bana bi’şey olmaz!” duruşumuzu özlüyoruz...
- -
Çağrının ailesi ve benimkiler yemek yerken, kadınlara yüklenen sorumluluklardan konu açıldı. Babam şaşkınlıkla (sanki yeni farketmişcesine) itiraf etti : “Hakkaten ha, biz de anneyle Almanya’da çalışırdık, beraber hastaneden dönerdik, ben pijamalarımı giyer televizyonun karşısına otururdum, anne Ata’yı emzirir sonra da mutfağa girer yemek hazırlardı.”

Bugün de bir fark yok aslında çoğu evde. Sizin evde erkeğiniz ev işlerine de koşuyorsa, bilin ki Türkiye’nin aydın erkeklerinden birine sahipsiniz.

Benim gözlerimin gerçeklere ilk açılışı, üniversite birinci sınıfta bir (erkek) arkadaşımın çamaşırhanede çamaşırlarımı yıkamış, kurutmuş ve katlarken bulduğum andır. Çok şaşırdım, çok hayran oldum ve de utandım. Neden utandıysam tişörtüm bir erkek tarafından katlanırken!? Hiç erkeklerin çamaşırlarla aralarındaki ilişkiyi düşünmemişim o zamana kadar, ne garip...Tamam erkek yalnız olur, kendi çamaşırlarını yıkama-katlama sorumluluğunu alır ama iki kişi için bu sorumluluğu almak, eğitimle olur ancak.

Yani velhasıl, sevgili erkek anneleri (ve bu duyguları paylaşan babalar tabii ki!) size sesleniyorum...Ne olur oğullarınızı sultanlar gibi büyütmeyin. Onlara da ev işlerini paylaştırın. Şefkatin kadınsal birşey olmadığını, bilakis, güç göstergesi olduğunu onlara anlatın, hissettirin.

Birlikte yeni bir nesil yetiştirelim.
Dengeli ve sorumlulukların sadece kadınlara yüklenmediği...




11 Kasım 2012 Pazar

SABIR SERİSİ



SABIR SABIR YA SABIR!
Bir arkadaşım dün akşam aradı ve blogumu büyük keyifle okuduğunu söyledi. Çok hoşuma gitti. Yazmaya yeni başladığım için hem desteğe hem de her türlü eleştiriye ihtiyacım var. Serpilip daha güzel yazabileyim, değil mi?
Benden rica etti sabır üzerine de yazar mısın diye. Bizzat tezcanlı (!) yapıda biri olarak “hemen yazarım” dedim! J Sabır, benim de üstünde kafa yorduğum bir konu. Geçen gün çok güzel bir tweet okudum : “Tanrı’dan sabır isterseniz size sabır mı verir, sizi sabırlı kılacak sahneler mi yaratır?”
Sabrı benim kocamdan öğrenebilirsiniz. Yok adı Sabri değil. (Ay ne kadar bayat bir espriydi! Bazen tutamıyorum kendimi.) Ben de ondan öğreniyorum. Kocamın adı Çağrı.  Oturur ve saatlerce oturabilir öylece. Canı sıkılmaz. Kahve ister mesela. Sadece bir kere söyler, 1 saat sonra bile yapıp getirsem, oturur bekler. (Şimdi bazı feminist kesim celallenmiştir “kahvesini senden mi istiyor!?” diye, kahveler benden çaylar ondan, aramızdaki anlaşma böyle.) Çevresinde olup bitenler onu ne kadar rahatsız ederse etsin, şikayet etmez.
Kayınvalidem kadar olmasa da ben de “hemen, şimdi, hadi, çabuk!”çu yapıdayım. Neyse meditasyonlarım sağolsun biraz törpülendim ama tam değil. Çağrı ise sonsuz zamanı olduğunu bilerek yaşıyor. Doğru zamanda, en ideal, en hayırlı şekilde, acele etmeden. Zamanla yarışmadan, ona teslim olarak.
Zaman, bizim içinde yaşadığımız şekliyle lineer. Yani düz. Bir başı, bir sonu var. Oysa holistik olarak bakan gözden dünyada her şey “şu an”da oluyor ve bitiyor. Bir başlangıç veya bir son yok. Sonsuz başlangıç ve sonlar var. Bizim zihnimiz, at gibi ordan oraya koşturuyor. Oysa sonsuzlukta koşturmaca da yok. Bir yerden bir yere kavuşmaca da.
Ben kendime sabrı nasıl öğretiyorum biliyor musunuz? Hani çocuklar annelerini babalarını taklit ederler ya, ben de Çağrı’nın bayıldığım bu yönünü oyunbaz bir şekilde taklit ediyorum. Mesela birşeyi delicesine istiyorsam, “burda Çağrı nasıl yapardı?”, diye düşünmeye başlıyorum. Tam olarak onun gibi durgun olamasam da benim obsesimi kesiyor en azından. Obsesim kesilince de istediğim şey çabucak oluveriyor.
Sabretmeyi öğrenmek için en iyisi, kendinize sabırlı bir rol modeli bulmak. Ama merak etmeyin, yoga, nefes, meditasyon ve özbilgisiyle meditatif haliniz arttıkça, zihniniz biraz daha huzura kavuştukça, daha sabırlı olacaksınız.
Başka bir yol da sabırsızlığınızı kendinizden ayırıp onu gözlemlemek. Sabırsızlık darlık duygusu ve güvensizlikten kaynaklanıyor. “Hayata güvenmiyorum, bana herşeyi vermedi her zaman.” Uyanıp görmek lazım, şu anda gereken her şeye sahibiz. Ne eksik, ne fazla. Her şey, şu anda tam. Bunu gözlemleyince, bırakıverir sabırsızlık sizi. Düşer kalbinizden ve kalbinizi sıcacık bir doygunluk duygusu kaplar.
Hatta nihayetinde kısmetse öyle bir an gelecek ki, uğrunda sabır dilenecek arzunuz bile kalmayacak... 
 

 


 
YÜRÜ YA(Ğ) KULUM!
SABIR SERİSİ VOL.2
Efendim, İtalyanlar makarna pizza yiyorlarmış da, Fransızlar peynirleri şarapları güpletip kilo almıyorlarmış da biz neden alıyormuşuz. Nedeni çok basit, sen 10 tane yerken o 4 taneyle doyuyor mesela. Sen çekirdek çitleyerek televizyon izlerken o saatlerce yol yürüyor mesela. Sabah kahvaltısında fransızlara bir kruasan bir kahve yallah. Bizim gibi oturup “ooh, şu peynirden de alayım, yok ekmeğimi yumurtaya da banayım”, yok onlarda.
Şaka bir yana, bazı insanlar biraz daha hızlı hazmederler, metabolizmaları daha hızlı çalışır evet bu doğru ama insanoğlunun hazım sisteminin de bir ortalaması var. Hesap çok kolay : Ne kadar kalori alıyorsun, ne kadar yakıyorsun. Haftada normalde aldığınızdan 500-1000 kalori az aldınız mı yarım ile bir kilo arası veriyorsunuz.
Diyetteyken herşey günah, çıkınca da herşey sevap anlayışı bizi mahfediyor. Aslında ne yediğinin çok bir önemi yok. Herşeyi yiyebilirsin. “Ne kadar” yediğinin önemi var. Çoğunlukla ayarsız yiyoruz. Neyden ne kadar yediğimizden emin olamıyoruz. “Bir lokmacık yedim işte”yle olacak iş değil bu. Oturun, neyi ne kadar yediğinizi yazın ben size kalorisini hesaplayayım. “Aboooov!” diye gözleriniz pörtler. 
Gerçekten kilo vermek istiyorsanız, bu işte disiplin kısmı çok önemli. Ama sadece disiplinle de olmaz, inanacaksınız olabileceğine. Kendinize bunu hak görmeniz gerek. Mideye indirmeden önce kendinize şunu sorun : Zayıflamış halinizi mi daha çok seviyorsunuz yoksa o bir ekstra köfteyi mi?
Şunlar çok önemli :
-       Yağlarınız 1-2 haftada erimeyecek. Kalıcı form istiyorsanız bu, size de bağlı olarak 2-3-4 ayınızı, belki daha fazlasını alacak.
-       Sofradan ¾ dolu mideyle kalkmaktan zarar gelmez. Asla patlarcasına yemeyin.
-       Kendi belirlediğiniz de olsa yine de bir disipline girmeniz gerekecek.
-       Şok diyetler sizi sadece sağlıksız yapar, aç bırakır.
-       2 hafta düşük kalorili beslendiniz diye 3. Hafta size abanma lüksünü vermez.
-       Çok sıkı diyetlerin sonu sıkı yemelerdir (Buzdolabında uykuya dalan?!?)
-       Hareket etmek şart! (Günde min. 30 dakika) Hem enerjinizi arttırır, hem seratonin miktarını
-       Acıkmadığınız sürece hiçbir şey yemeyin.
-       Sabah kalkar kalkmaz en az 500ml su için. (içebiliyorsanız 1lt)
-       Yavaş yeyin kimse sizi kovalamıyor. İyice çiğneyin.
-       Yemekle beraber birşey içmeyin. İlla “lokma gitmiyor boğazımdan içesim var” diyorsanız, o zaman ılık su. 
-       Sağlıklı ve fit bir hayatı yaşam biçimi ve genel bir iyilik&mutluluk halini yaşam biçiminize çevirmek istiyorsanız, yoga, nefes ve meditasyona da merhaba demenizi öneriyorum.
 

 
 
 

BAŞAŞAĞI DÜŞÜNÜN! / THINK THE OTHER WAY AROUND




 Kilo verememekten tutun, yaşamda hayallerimizi gerçekleştirememeye kadar pek çok alanda bizi yanıltan, düşünme alışkanlığımız.

Kendinizi hiç yapmak istediğiniz şeylerin önüne engelleri koyarak düşünürken yakaladınız mı? Mesela, “çocuğumun ödevleri biterse akşam nefes programına katılabilirim,” “iradeli olsaydım kilo verebilirdim,” ya da “eşim bu akşam çocukla ilgilenirse ben de arkadaşlarımla buluşabilirim,” gibi...

Bu ne demek aslında? “İstediğim şey önceliğim değil. Olsa da oluuur, olmasa da. Ben yenilmişim zaten hayata. Tırmalamama da gerek yok. Çünkü pek çok şeyi şartlar belirliyor benim için.”

Peki hiç şöyle düşünmeyi denediniz mi? “Ben nefes programına katılmayı hedefliyorum.” Bu kadar.
“Ben kilo vermeyi hedefliyorum.” Bu kadar.
“Ben arkadaşlarımla buluşmayı hedefliyorum.” Bu kadar.

Bütün engeller, sizin yaşamdaki güçlü isteklerinizin karşısında ezik kalır. Siz yeter ki engelleri kaldırmayı hedefleyin!

Hangi şart sizden önde durabilir ki?
Dağları delecek gücümüzün önüne hayali engelleri koyuyoruz çoğu zaman...

9 Kasım 2012 Cuma

"SUS KIZ!"






TÜRKİYE’NİN "ÇALIŞAN KADINLARI"
(Erkekler için yazdım)

Bir önceki yazımda, Türkiye’de çalışan anne olmanın zorluklarını ve erkeklerimizin de bu konuyu iyileştirmek yolundaki rolünün çok büyük olduğunu yazmıştım. Bu konuyu ısrarla irdelemeye devam edeceğim. 

Bu hafta KAGİDER’in düzenlediği İstanbul'da gerçekleşen “3.  Uluslararası Kadın Girişimcilik ve Liderlik Zirvesi”ne katıldım. Seneye de katılacağım. Ama bence erkekler de katılmalı bu konferansa!

Zirve notlarımı da yarın daha detaylı olarak paylaşacağım. Fakat beni en çok etkileyen şey şu oldu : Kadınların Türkiye’de ekonomiye katılımı 185 ülke arasında 169. sırada. Bunun yanısıra, 500 şirket arasında yapılan araştırmanın gösterdiğine göre, yönetim kurulunda en az 2 kadın yöneticisi olan şirketler çok daha başarılı! Yani kadınların ülke ekonomisini destekleyici potansiyelleri inanılmaz! "Bunu ülke olarak bizim de kullanmamız gerekmez mi!?" diye kendime sordum ve yapım gereği bu sorumluluğu üzerimde de hissettim.  

Eskiden erkekler avlanıyorlar, kadınlar kızartıyorlarmış. Fakat devir değişti. Şimdi kadınlar hem avlanıyor hem kızartıyorlar. E, erkeklerimiz de takdir ederler ki, şirketler kadınlarla çok daha neşeli, renkli. Fakat sorumluluk fazla binince kadınlarımız bu yükün altında eziliyor, mutsuz oluyorlar. Hatta depresyonun eşiğine geliyorlar. Türkiye’deki kadınların çoğu antidepresanlarla ayakta.

Kadınlarımızı daha mutlu etmek istiyorsak, erkekler kafa kafaya verip çok basit birkaç değişiklik yapabilirler. Mesela : 

-       Evdeki işleri (anneleri şu ana dek öğretmemiş olsa bile) eşlerinden öğrenip bölüşmek. Kadınlar da bayıla bayıla toz almıyorlar, inanın!

Benim kocam da evde perde asarak büyütülmemiş sonuçta. Ama artık evimizi birlikte temizliyoruz. Bulaşık makinesini de boşaltıyor, yatağı da yapıyor, gerektiğinde çamaşırları da asıyor.

Bana evlenmeden önce “ben sana bakarım” dedi. Ama çalışma aşkımı görünce, tam canım burnuma gelip de pes etmenin eşiğine geldiğim zamanlarda beni vazgeçmemem için yüreklendirdi, popomdan ittirdi. Bence o, dönemin en modern, en gelişime açık erkeklerinden. Kendisiyle eşim olduğu için gurur duyuyorum.

-       Çocuğunuzla eşit derecede ilgilenerek. Veli toplantılarına kardeş payı katılarak, gece ağlıyorsa bazı geceler kalkarak. Bebeğinizin altını temizleyerek. 

-       Kadınlarının başarılarıyla gurur duyarak, onlarla heyecanlanıp, onlara arka çıkarak.

-       Aileleri için yaptıklarından dolayı onları onurlandırıp, sık sık bunu hatırladıklarını belli ederek.

“Sus kız!”, “Kır dizini otur aşşaaa!” devri geçti dostlar...

Modern Türk erkekleri, gelin kadınlarımızı depresyondan çıkaralım. Mutlu aileler ancak desteklenen, takdir gören ve neşesi yerinde kadınlarla birlikte mümkün olabilir.
Öyle değil mi?

Arzu Özev Hakkında



Arzu Özev
Uluslararası Art of Living / Yaşama Sanatı Vakfı
Türkiye Temsilcisi ve Yöneticisi
Nefes, Yoga, Meditasyon ve Stres Yönetimi Eğitmeni – Holistik Yaşam Koçu 

1983 yılında, İstanbul'da doğdu. Saint Joseph Lisesi'ni bitirdi. University of Massachusetts, Amherst'te psikoloji okuduğu yıllarda Sudarshan Kriya nefes tekniği ve yoga öğretisiyle tanıştı. Daha mutlu ve sağlıklı bir yaşam kapısını açan, dünya çapında 150 ülkede yaygın bu nefes tekniğinin ve derin yoga bilgisinin deneyimi ve etkisiyle Hindistan başta olmak üzere, Yeni Zelanda, Güney Afrika ve Almanya'da öz bilgisi ve yoga konusunda eğitimler aldı.

Nisan 2005'te Güney Afrika'dan "Art of Living - Sri Sri Yoga Eğitmeni", Şubat 2006'da ise Hindistan'dan "Yaşama Sanatı (Art of Living) Yetişkinler, Gençler ve Çocuklara Yönelik Kişisel Gelişim, Stres Yönetimi ve Potansiyelini Açığa Çıkarma" üzerine yetişkinler için "Art of Living Nefes", Gençler için "YES", çocuklar için "Art Excel" eğitmenlik sertifikaları ve iş dünyasından ilişkilere kadar uzanan geniş bir yelpazeyi kapsayan "Kişisel ve Kurumsal Koçluk Sertifikaları"nı aldı.

Dünya barışı için, insanın önce kendi içinde huzur ve barışı bulmasının esas olduğu inancıyla, olabildiğince çok kişinin daha sağlıklı, stresten arınmış ve mutlu bir yaşama kavuşması için Türkiye'de (THY, Kale Holding, Boğaziçi Üniversitesi, Galatasaray Üniversitesi, Sabancı Üniversitesi vb.) ve dünyanın çeşitli yerlerinde (ABD, Almanya, İtalya, Yeni Zelanda vb.) "Art of Living Yoga" ve nefese yönelik "Art of Living - Nefes Alma Sanatı" programları ve stres yönetimi konusunda bireylere ve firmalara yönelik seminerler vermektedir.

Aynı zamanda da dünya çapında 150 ülkede temsilciliği olan Art of Living - Yaşama Sanatı Vakfı'nın Türkiye temsilciliğini ve yöneticiliğini yapmaktadır. Ayrıca her ay holistik ve sağlıklı beslenmenin önemini vurgulamak üzere “Mutlu Mutfak”  Sağlıklı ve Alternatif Lezzetler Atölyeleri düzenlemektedir.  Bunlara ek olarak, tüm tecrübelerini holistik yaşam koçluğuyla da birleştirerek danışanlarının zihin, beden, ruh bütünlüğü içinde sağlıklı ve bütünsel bir yaşama kavuşmalarına destek olan bireysel seanslarına devam etmektedir. (www.arzuozev.com)

7 Kasım 2012 Çarşamba

KADIN





KADIN

Bugünlerde pek çok öğrencim, danışanım ve arkadaşlarımdan dinlediğim şehrin önemli bir sorununu yazmak istedim: Çoğu evli, çocuklu ve çalışan kadının sıkıntılı, bitkin ve huzursuz olması. 
Kadın mutlu olmadığı zaman, ailelerin mutluluğundan bahsedebilir miyiz?

Evli ve çocuklu olmayanlar ya da çocuklu ve bekar olanlar sıkıntısız anlamında söylemiyorum. Ya da evli ve çocuklu erkeklerin de sıkıntısız olduğunu söylemiyorum. Herkesin sıkıntısı kendine göre. Fakat Türkiye şartlarında hem evli, hem çocuklu hem de iş kadınıysa, alıp böğrüme basasım geliyor onları...Hem eve koş, hem çocuğa bak, hem para kazan... Ben de zaten bu konuda çok doluyum, yazayım da rahatlıyayım dedim. Benim kocam bir hayli bilinçli çok şükür, sıkıntım yok. Her konuda işleri bölüşüyoruz kolay kolay. 

Bizim kültürümüzde erkek anaları biraz buldumcuk. Kırılmaca darılmaca yok, öyle. Benim annem de önceleri öyleydi, sonradan akıllandı. Neymiş efendim erkek mutfağa girmezmiş, erkek toz almazmış, ev işiyle uğraşmazmış, bulaşık çamaşıra bulaşmazmış. Son zamanlarda kız anaları da öyle oldu ya, hadi neyse... Yeni evlenecek bir arkadaşım var, o anlattı; yazın karpuz almışlar ikisi de karpuz kesmeyi bilmedikleri için karpuz çürümüş, çöpe atmışlar.

Aslında gelmek istediğim nokta, kadınlarımızın haddini aşkın sorumluluklarının olması. Toplumun yüklediği ve bir insan kapasitesini aşan sorumluluklar. Bir insan nasıl hasta olmadan, tek başına hem çocuğuna bakar, hem evinin tozunu toprağını toparlar, yemeğini yetiştirir, hem kocasına güleryüzle, sevecenlikle yaklaşır, hem de dışarda iş hayatındaki zorluklarla savaşıp eve para getirebilir ki? Çoğu zaman takdir bile edilmeden... Bir teşekkür görmeden... Doğal gibi karşılanarak tüm emekleri... 

Ben erkeklerle kadınları bir tutmuyorum. Kadının yeteneği olan iş ayrı, erkeğinki ayrı. Babası çocuğu emziremez mesela. Ama bir iş bölümü olmalı, daha fazla takdir edilmeli kadınlar...Sadece anneler gününde, Dünya Kadın gününde değil, her daim kutlanmalı, hatırlanmalı. Aksi halde kadınlarımız bitip tükeniyor. O kadar çok bitkin kadınla karşılaşıyorum ki, içim burkuluyor... 

Yazmadan edemedim...

5 Kasım 2012 Pazartesi

Patlangoç






 PATLANGOÇ (For English www.arzudorter.blogspot.com )

Bazı zamanlar hayatın lastikleri patlar, herşey ters gider. İllet, şirret, nalet bir insana dönüşebiliriz o zamanlar. Bu patlangoç zamanlarda ne mi yapalım? Yo yoooo yemeğe saldırmayalım!! 

Patlangoç zamanlarda önce kendinizi bir odaya kapatıp (yooook! gaz odası değil ayol! yatak odası olur mesela) yarım saat kadar ağlayın.  Fakat sonra işi geyiğe, kendinizi bilgiye vuracaksınız. Özbilgisine. Başka yolu yok bunun.

Olayları o kadar çok üstümüze yapıştırıyoruz ki, sanki ölümüne o olayın içinde kalacakmışçasına. Öyle birşey yok. Olaylar da geçecek ve değişecek, insanlar da. Kimse bu dünyaya kazık çakmadı hepimiz ölüp gitcez işte.

Ölümü düşünmeden yaşıyoruz çoğu zaman. Ölüm deyince bunalıma girmeyin hemen! Öleceğini bilerek yaşamak, insana kendini önemsiz hissettirir. Yani sandığımız kadar da önemli değiliz aslında. Başımızdan geçenler de kendimizi hasta edecek kadar önemli değil. Biz, bu terane sonsuza kadar sürüp gidecekmiş gibi yaşıyoruz. Yalan mı ya? Oysa acı bir gerçek var ki, o da biraz sonra ölebileceğimiz. Biraz sonra ölebileceği gerçeğini idrak eden insanlar daha rahat, daha gevşek olurlar.

Bir gün bir taksiye bindim ben mesela. Yer: Taksim, İstanbul, saat 18.00. Bir Cuma günü. Trafiği siz hesaplayın. İstanbul’da bir trafik muhabbetinden, bir hava muhalefetinden, bir de nasılsın sorusuna, “ne olsun işte koşturmaca” geyiğinden hiç hazzetmem. Yine de galiba içinde yaşadıkça ara sıra ruhu içime kaçıveriyor...İşte bu gün de onlardan biri. Taksici arkadaşa, alelade, “sizin işiniz de zor” demiş bulundum. Adam benle dalga geçti, “Bu mu zor!? Ben Hakkari’de 4 sene komando olarak görev yaptım. Teröristlerle çatıştım. Bir sürü de arkadaşımı şehit verdim. Bu ne ki?!”

Biz hep kendi dertlerimiz içinde yoğruluyoruz. Patlangoç günlerinizde, o anın patlangoçluğunu unutmak istiyorsanız, gidin daha patlangoç durumda olanlara yardım edin. Emin olun öyle birilerini bulabilirsiniz. 
Fazla aramanıza gerek bile kalmayacak. Yüreğiniz ferahlayacak, içiniz umut ve mutlulukla dolacak, görün bakın. Herkes herkese, her ne durumda olursa olsun yardımcı olabilir. Yaşadığımız zorluklar, onları iyi değerlendirdiğimiz takdirde bizi daha yararlı, daha hayata bağlı bir insan yapmıyor mu ki? Yapıyor...

O kadar bencil, yalnız, içine kapanık hayatlar yaşamayı öğrendik ki bir yaramıyoruz çoğumuz şu kabuğu. Kabuğu yarıp da komfor alanından bir çıktık mı, neler bekliyor orada bizi neler... Niyetlenince çok kolay patlangoç günlerde yaralarımızı sarmak. Bir gülümseme, karşılıksızca yapılan bir iyilik, beklenmeyen sakin bir cevapla iyileştirebilirsiniz birilerini...

İyilik yaptığınız insanlardan iyilik beklemeyin. Size karşılık vermeyebilirler. Ama nasıl olsa bir şekilde size geri döner yaptıklarınız. Evet, insanlar atar belki fakat evren size kazık atmaz...