5 Kasım 2013 Salı

İroni

Mesela "dünyadaki herkes herkesi olduğu gibi kabul etse, ne kadar güzel bir dünya haline gelirdi bu dünya öyle değil mi?" diye sorulduğunda çoğumuzun cevabı, genellikle hiç düşünmeden "Evet! Kesinlikle!" oluyor. 

Ama "Peki o zaman kendi hayatınızdaki insanları ne oranda oldukları gibi kabul ediyorsunuz?" diye sorulduğunda genellikle bunu böyle pek düşünmemiş oluyoruz.

Ironik olan bu.

Hayat İlginç Bi' Denge

Hayat ilginç bi' denge
Dengeyi bulabilene
Her an sonsuz bir düğün
Yüreği aşka düşene

Özlem, pişmanlık, keder
Hırs, kıskançlık, şehvet
Hepsi bir kenara da
Esas
Hayat aşktan ibaret

Bazen küçük bir bebeğin minik ellerinde
Kimi zaman öfkenin garip kudretinde
Belki bir kadının ılık nefesinde
Kimbilir zamansız bir "email" belki de...

Aşk hep. Her yerde.
Gözleri o renkle görene.

18 Mayıs 2013 Cumartesi

Felsefe ile Kadim Bilgelik



Felsefe, "haklı haksız", "bence sence", "ona göre buna göre"...

Oysa kadim bilgide, haklı haksız yok, sadece Hak var. Hak'ka varmış olanı dinlemek var. 

Felsefe, aşka düşene kadar... Aşka düşünce, yanmak var...

8 Mayıs 2013 Çarşamba

Doya Doya Yaşamak



“Her insanın ölümü tadacağını, ama sadece bazılarının hayatı tadacağını öğrendim.”
Mevlana Celaleddin Rumi

Benim mesleğim iyi olmak ve iyi etmek. Hem de İstanbul gibi büyük ve trafiği bol bir şehirde ve son derece yoğun bir program içinde. “Nasılsın Arzu?” diye sorulduğunda, “İyiyim tabii, benim mesleğim, en büyük sorumluluğum bu!” diyorum. Çok beklenmedik sağlık sorunları olmadığı sürece de yüzüm güler benim.

Nasıl ki şişman bir diyetisyene, sigara içen bir doktora, akıcı İngilizce konuşamayan bir İngilizce öğretmenine güvenemezsiniz, (en azından ben kendi adıma güvenemem) aynı şekilde stres, hırs dolu ve neşesiz bir stres yönetimi uzmanına da güven olmaz.

Bunca yıllık yoga hayatında anladığım en önemli nokta şu oldu: Mutluluk, insanın kapısında “merhaba ben geldim ve merak etme, hiçbir yere gitmeyeceğim” diye bitmiyor. Öylesine bitenler de uzun sürmüyor. Mutluluk, bir savaş. Mutluluk, bir kararlılık. Hayatı algılama biçimi. Olaylardan ve kişilerden bağımsız.

Strese girip, gülümsememizin ve kendimizle aramızdaki bağı kaybetmemizin en önemli sebebi, çok iş, az zaman ve az enerjimizin olması. Böyle olduğunda, hayat bizi kovalıyormuş ve biz ona yetişemiyormuşuz gibi geliyor. Bu gibi durumların fiziksel etkileri; kalp atışlarının hızlanması, el ayak karışması ve nefes darlığı. Zamanı değiştiremeyiz. İş yükü üstünde belki biraz oynayabiliriz ama enerjimizi yükseltmek üzerinde müthiş bir etkimiz var.

Enerjiyi yükselten en önemli kaynaklardan biri de nefes aslında. Büyürken, annelerimiz “aman yavrum ye” diye kaşıkla peşimizden koştu. Dolayısıyla beslenmenin, sağlığımız üstündeki etkisinden -iyi beslenmeyi seçsek de seçmesek de- haberdarız. “Uyusun da büyüsün ninni”den, iyi bir uykunun da çok önemli olduğunu biliyoruz. Büyürken öğrendik. Fakat nefes ve meditasyonun önemi -ki en önemli enerji toplama metotları bize öğretilmedi.

Ben Art of Living Vakfı ve çalışmalarıyla ilk karşılaştığım zaman, dikkatimi çeken bu olmuştu. Kursta öğrendiğim Sudarshan Kriya nefes tekniğini yarım saat uyguladıktan sonra, zaman sünüyor gibi geldi bana. Saatlerce yapamayacağımı düşündüğüm işler hemen bitiveriyor, kendime ayıracak vaktim uzuyordu. Birşeye öfkelenmişsem ya da üzülmüşsem, yarım saat kendi kendimle kalıp nefesimi ve meditasyonumu yaptıktan sonra, yeni bir güne başlamış gibi oluyordum. Bütün bunları farkedince, bu yarım saatin vakit kaybı değil, aslında zaman, sağlık ve moral yatırımı olduğunu farkettim. Sanırım mutluluk savaşım o noktada başladı.

Öğrendiğim nefes ve meditasyon tekniklerini uyguladıkça, yaşamla aramdaki bağ kuvvetlendi. Olayları değiştiremeyeceğimi anladım. Ama bakış açımı çevirebilirim. Zihnim olumsuzluklara odaklanmak isteyecek. Ama ben bunlara odaklanarak vakit kaybetmektense, olumlu olana odaklanabilirim. Problemler her zaman olacak. Fakat ben probleme takılıp kalırsam, çözüme asla ulaşamayacağım. Şikayet edilecek mazeretler bitmeyecek. Ama şikayet düğümüne dolanırsam, hayatın şükredilecek noktalarını kaçıracağım. Ben düşünürken, hayatım bitecek. Ve ben seksen yaşıma geldiğimde, “keşke düşünmek, tasalanmak, telaşlanmak ve endişelenmek yerine yaşasaydım!” diyeceğim. Çok geç olacak. O an, Art of Living öğretmeni olmaya karar verdim. Bu kadar anlayışı, benim gibi daima kanıt arayan bir zihne sahip bir insan yaşayabiliyorsa, herkes yaşamalı. (Daha fazla bilimsel kanıt isterseniz, www.aolresearch.org)

Art of Living’in kıdemli öğretmenlerinden, Ruth Kuok geçen hafta İstanbul’da, merkezimizdeydi. Üstüne nur inmiş gibi bir kadın. Ruth, hem çok başarılı bir iş kadını, hem 2 çocuk annesi ve bir eş, hem de Uluslararası Yaşama Sanatı Vakfı Asya kıtası yönetim kurulu üyelerinden biri. Sayısız sosyal hizmet projesinde görev almış. Bize şöyle dedi, “Art of Living kursumu 13 sene önce yaptım. 13 sene önce, bana şu anda yaptıklarını yapacak enerjiyi bulacaksın deseler, imkanı yok inanmazdım.

“Art of Living kursu mucize mi?” diye soran bir arkadaşıma röportajı sırasında şöyle dedi:
“Mucize nedir ki? Bence bir annenin, çocuklarına bağırmak yerine, daha anlayışlı ve şefkatli bir anneye dönüşmesi mucize. Bir çalışanın, kursu yaptıktan sonra, “patronum dayanılmaz biri. Ama ben onu artık çok iyi idare edebildiğimi hissediyorum” demesi mucize. En büyük mucize, bireylerden başlayarak topluma huzur gelmesi bence. Bu anlamda evet, hergün dünyanın her yerinde, yarım saat Sudarshan Kriya nefes tekniğini uygulayan herkes, bu değişimleri ve duyguları yaşıyor. Ve bu çok büyük bir mucize.”

15 Nisan 2013 Pazartesi

Ve Uyandı Tanrı...




Oyuncakları kırdık biz. 

Bize büyürken dediler ki, "isteyerek ve alarak mutlu olabilirsin ancak." 

İstedik, aldık ama mutlu olamadık. 

Aldıkça isteklerimiz büyüdü, Tanrı her şeyi veremeyince kızdık, küstük, sırtımızı döndük, isyan ettik. 

Büyürken şükretmeyi öğrenmedik çoğumuz. "Oh! İyi ki nefes alıyorum, iyi ki elim ayağım tutuyor, iyi ki başımı sokacak bir evim, sevdiğim insanlar var!" demedik. 

Tanrı ne verdiyse, yaranamadı bize. Daha fazlasını istedik. 

Hiç, "ben senin için ne yapabilirim güzel dünya, seni nasıl mutlu edebilirim?" diye sormak aklımıza gelmedi. 
Biz hep "zavallıydık" kendimize göre. Hep ezik, hep çilekardık. 

"Neden hep problemler beni buluyor!?" diye söylendik, durduk. 

Öldük sonra. 

15 Mart 2013 Cuma

Yuvaya Dönme Vakti...


Hoyrat alıştık biz... 

Herşeyi kısa zamanda çabuk çabuk halletmemiz gerekti... Çocukken sakin sakin ayakkabılarımızı bağlarken, annemizin "hadi çocuuum çabuk çabuk!" höykürmeleriyle eğilip, bir müdahele, şipşak ayakkabılarımızı bağlamasıyla bağlarımız yavaş yavaş kopmaya başladı sükunet ve ılım dolu iç dünyamızdan. Bir koşturma trenine bindirilip savrulduk zamanla yarışarak. 

Sıradan şeyler haline geldi, bir hışım su içmek, arabaya binmek, tuvalet kağıdını koparmak... Bütün bunları yaparken, biz hiç orda olmadık ki... Elimiz kolumuz halletti hep, kafamız hep başka yerdeyken... 

En son ne zaman varlığına şükrede şükrede, kutsallığını tanıyarak çayınızı bardağınıza koydunuz? En son ne zaman i phone'unuzla oynamadan doğayla haşır neşir oldunuz? En son ne zaman nefesinize tanık, tanıdık oldunuz? 

Herşeyin kutsallığını yitirdiği bir dünyaya alıştırıldık biz, ama hadi çabuk... Acilen her şeyin cansız, sıradan, sıkıcı, robotik ve aynı olduğu bu yerden çıkmamız lazım! Her şeyin canlı, samimi olduğu, güneşin gülümseyip, doğanın bize sırnaştığı, içimizin hala diri olduğu o masumiyet, hayret ve heyecan dünyaya dolu dönmemiz gerek... 

Kendimize...  

5 Mart 2013 Salı

"Mutlu Mutfak" Yeniden Açılıyor!! :))


Çok sevgili dostlar, 

Mutfağımız uzuuunca bir süre tadilatta kaldı. Amma ve lakin tüm mimari yeteneklerini kullanarak, çok şahane bir mutfak yaptı kayınpederim bize. Rahat rahat "Mutlu Mutfak" atölyemizi gerçekleştirebilelim diye. 

Eee, mutfağı sevenler bilir, güzel bir mutfakta çalışmak, ormanda meditasyon yapmak gibidir... Yaratıcılığınız, şevkiniz, enerjiniz artar içinde. 

Siz de mutfakta eğlenmeyi, yaratmayı, kısa sürede çok lezzet kazanmayı, sağlıklı ve pranası (enerjisi) bol yemekler pişirmeyi sevenlerdenseniz, haydi gelin, bu neşeyi birlikte "Mutlu Mutfak" atölyesinde paylaşalım! :)) 



FİT, ZİNDE VE MUTLU YAŞAMAYI SEÇENLER İÇİN 
                   "MUTLU MUTFAK SAĞLIKLI VE ALTERNATİF LEZZETLER ATÖLYESİ" 


• Holistik Beslenme - Yiyeceklerin Bütünsel Sağlığa Etkisi

• Formda ve Mutlu Yaşamanın Sırları 

• Vejeteryan Beslenmenin Önemi ve Püf Noktaları 

• Ne Yemeli? : Mutfağınızda Bulunması Gereken “En Sağlıklı” Yiyecekler Listesi

• Müthiş Menüler Belirleme 

• Pratik ve Sağlıklı Yemekler Pişirme

Menümüz : 

Ghee Yapımı (Antioksidan –arınmış- yağı evinizde yapın) 

Kitchari (Kırmızı Mercimekli muhteşem lezzet) 
Kajulu Hindistan Cevizli Sebzeler 
Rengarenk Yoga Salatası 

Khir 
Baharatlı Hint Çayı 

İletişim : info@arzuozev.com

Eğitmen : Arzu Özev (www.arzuozev.com)

Yer : Fenerbahçe (Adres bilgileri için bize yazın : 

Tarih : 27 Nisan Cumartesi 11.00-15.00 

Katılım Payı : 150TL 

(Katılımcı sayısı sınırlıdır. Katılmak istiyorsanız, elinizi çabuk tutun! :)) 

17 Şubat 2013 Pazar

Hindistan'dan Taze Taze...


Nerdeyse bir hafta önce dönmüş olmama rağmen, ruhum hala sokaklarında gezinip, Hindistan'ın envai çeşit tütsü ve baharat karışık keskin kokularını burnuma çalıyor...

Tam dönemedim daha... 

İlkokul arkadaşım Kayansel'i de taşıdım oralara... Ben gitmeden 2 hafta önce uğradı. Sohbet ederken, "gel seni de götüreyim" dedim. "Tamam" dedi, geldi. Öyle bir hazırmış... Bu sefer onun kaleminden Hindistan macerasını aktarmak istiyorum. Ben bayıldım. Birlikte Art of Living Ashram'a gittiğimiz hemen herkesin hislerine tercüman olmuş. 

Bana "Hindistan'ı anlat, hadi anlaaat" demeyin artık, tam da böyle işte Hindistan, eksiği yok, fazlası var! Keyifli okumalar... 


SESSİZLİKTEYİM

Sessizlikteyim. Müzik dinlemem, fotoğraf çekmem, telefonda konuşmam, kaş göz yapmam, başkasının gözünün içine bakmam yasak. En kötüsü yazı yazmam da yasak. Tek sorduğum soru bu oldu “yazı yazmak da yasak mı?” Hocam dedi ki “çok gerekmedikçe yazma çünkü akıl bize tuhaf oyunlar oynar, anılar gelir aklına ya da seni öyle bir noktaya getirir ki telefona elin gider. Aklın alıştığı düzenden çıktı ne yapacağını bilmiyor. Aklına de ki şu anda sessizlikteyim seninle sonra uğraşacağım”. Kendimle kaldıkça daha da yazasım geliyor. Dünyanın en güzel cümleleri geliyor aklıma, yazmazsam kaçacak sanıyorum. İşte o yüzden bu gece yasağı deliyorum çünkü sessizliğin 2. Gününde ilk defa bu gece uyku tutmuyor.


Her sabah 5’te uyanıp daha gece karanlığında ay ve yıldızlar varken begonvil kokularında Aşram’ın taş merdivenlerini tırmanıyorum. Sırtımda matım, boynumda hiç çıkarmadığım meditasyon sonrası üstüme örttüğüm, akşamları Guru Ji’yi dinlerken altıma serdiğim lacivert şalım...modern bir keşiş gibi hissediyorum. 6’da yoga ile başlıyoruz, güneşe selam olsun Hindistan’dan. Meditasyondan çıkarken fark ediyorum ki gerçekten gün doğmuş, kuşlar cıvıldamaya başlamış. Yaklaşık 2 saat sürüyor ama hiç anlamıyorum bile. Sorgulamıyorum. Rasyonel beyin sadece yüzde 2’sini açıklayabiliyormuş yaşananların. Yani her şeye yetmiyor beynimiz. Yetmediğini anladığım için buradayım. Ruhuma yolunu bulmasını söylüyorum. Bıraktım kendimi, bulacak mı bilmiyorum...bulduğunu sanır da İstanbul’da yine kaybolur mu onu da bilmiyorum. Sadece gözlerimi kapıyorum ve nefes alıyorum, açtığımda hiç bir şey hatırlamıyorum. Güzel renkler kalıyor sadece geriye...

Akşamları Aşram’da ya da Aşramın önündeki taraçalı bahçede Guru Ji konuşuyor. Onu dinliyorum. Soruları cevaplıyor. Bazen o gün kafamda dönen sorulara cevaplar buluyorum bazen sadece dinliyorum. İnsanları izliyorum. 50 yaşında bir Hintlinin oracıkta terliklerini çıkarıp, bağdaş kurup nasıl da kolay meditasyona girdiğini izliyorum. Dünyanın geri kalanının elinin tersiyle ittiği, bir hayrı olsa kendilerine yarardı bu kadar fakir olmazlardı dediği, her şeyin maddiyatla ölçüldüğü bir zamanda ben burada yükselen bir millet ve öğretileri sayesinde huzurlu insanlar ve saf sevgiyi görüyorum. Sadece kursun bir parçası, aydınlanmanın kuralı olduğu için değil ama uzun süredir insan olduğumu unuttuğum için Seva* yapıyorum.  

*Seva: karşılık beklemeden yapılan iyilik
Yemekhane tencerelerin başına geçip yemek dağıtıyorum. Aç kalıp en son yemeğimi yiyiyorum ve uzun süredir beni daha mutlu eden bir şey oldu mu bilmiyorum.
Guru Ji’nin okuttuğu çocuklara bakıyorum. Hayatlarında ilk kez okula giden çocuklar. Düşünsene 1 tane çocuğun olsa ve onun büyüyüşünü izlesen, sadece 1 çocuk...binlercesinden bahsediyorum. Ben neden kendi ülkemde çocuklar için bir şey yapmadım? Dönünce ders vermek istiyorum çocuklara. 


Buraya gelmeden önce hiç geçmeyen mutsuzluğumun ve bir türlü bitiremediğim kangren ilişkilerimin sebebini arayan terapistime “içimde çok büyük bir boşluk var ve onu doldurmaya çalışıyorum” dediğim günü hatırlıyorum. 

Paldır küldür alınan birlikte yaşama kararları, ekstra parlak geçen Cumartesiler, hemen çocuk yapmak istememem...bu boşluğu her santimetresine kadar doldurduğunu sandığım adamlarla o kadar tam o kadar “olmuş” hissettim ki dolgusu düşmüş bir dişe hava girmesi gibi içimi yaktı gerçekliğe uyanışlarım. Hatta uyanmakta direnince iyicene kafama vurdular. Canım yandı. Burada meditasyonlarda sanki uykuda gibiyim ama uyandığım gerçeklik canımı yakmıyor. Acım giderek akıyor gidiyor, toprağa karışıyor. Pisimi atıyorum gerçek beni bulmak için.


Bugün Ayurvedik doktora gittim. Nabzıma bakıp ne tip beslenmem gerektiğini ve vücudumdaki problemleri söyledi. Her şeyi bildi. Dengeni kaybetmişsin dedi. Sevdiğim ne varsa yasakladı. Çikolata, kızartma, acılı, baharatlı her şey. Dengemi bulmak için sevdiklerime ara vermem gerekiyor yani dedim...Karaciğerine dikkat et dedi. Dönünce bir doktora görüneceğim. Bedenime, ruhuma ve aklıma neden bu kadar kötü davrandığımı düşünüyorum. Hayatı hep düzelmesini beklenecek bir yer sandın ve anın tadını hiç çıkaramadım. Burada kendimle öğrendiğim ilk ders bu oluyor. 


Bir odada 4 kişi kalıyoruz. Yataklar sunta kıvamında, yastık desen taş. Nevresime bakamıyorum ama yastık kılıfını görmemek için üzerine havlu örtüyorum. Bütün gün meditasyon yapınca kuzu gibi 9’da bayılıyorum zaten. Üzerime örttüğüm battaniye kokmuyor ve batmıyor en azından. Tuvalet banyo içiçe yani duşu açınca klozet ıslanıyor. Yer karoları kahverengi, köşelerden yosun tutmuşluğun izleri fışkırıyor. Sıcak su sabah 4-6 arası var sadece. Ben ki sadece kaynar suda yıkanabilirim. Saç kurutma makinamı getirmedim nasıl olsa Arzu alır diye. Onun makinası benim karaman koyunu saçlarımı kurutmak için bütün Aşram’ın sigortalarını attırır. Sabahlar üşümemek için duş almıyorum zaten banyonun tipine bakınca pek de almak istemiyorum. Ben ki her gün duş alan insan, ben ki koku takıntılı manyak, ben ki kendi saçı kendine kokan kadın...bu konuyu nasıl çözeceğimi düşünürken önüme Ayurveda merkezi çıkıyor. Bir masaj satın alıyorum. 45 dakikalık masaj ve sıcak buhar terapisi sonunda misler gibi bir banyoda duşumu alıyorum. 



Çıktığımda “nasıldı?” diyen ilk insana “ ay ben biraz daha sert masaj seviyorum, böyle yağ ile sevdi sanki” diyorum ve kendimden utanıyorum. Çölde vaha bulmaktan farkı olmayan bir şey yaşıyorum ve bu yorumu yapıyorum. Ertesi gün sessizliğe giriyorum...bu Kayansel’i geride bırakmaya gidiyorum.



Bugün odada tek başımayken bavuldan çektiğim yanlış tshirt için “ay salak kafa” derken ilk kez kendi sesimi duyuyorum. İlk kez kendi sesimi duyduğum için gülümsüyorum. İnsanın kendi sesini özlemesi nasıl bir şey hiç yaşamamışım. Gözlerim doluyor. İlk kez kendimi ne kadar sevdiğimi hissediyorum. Yine lacivert şalımı sarınıp meditasyona gidiyorum. Zifiri bir sessizlik içinde oturan 38 kişinin olduğu barakamıza. Matımı seriyorum bir köşeye, bağdaş kuruyorum ve gözlerimi kapatıyorum. Gülmeye başlıyorum. Tutamadığım bir kahkaha geliyor. Nefes alıyorum sakinleşiyorum ama yok olmuyor, deli gibi gülüyorum. Sinirlerim bozuldu heralde diyorum, şimdi gelip alacaklar beni, kapatacaklar bir odaya...birdenbire ağlamaya dönüyor kahkahalar. 



Solumda Güney Afrika’dan bir teyze var. Bakmıyor bile bana. Hepimiz aynı yoldayız. Hepimizin acısı, deliliği, pisliği bu barakaya dökülüyor nasıl olsa. Başıma çekiyorum lacivert şalı ve ağlıyorum katıla katıla. “al beni de içimdekini de” diyorum sessizce bağırarak. Zannediyorum ki içimdeki beyaz kalacak siyahlarımı buraya bırakacağım ama neşe ve hüzün, mutluluk ve depresyon sevgi ve nefret ne kadar yakın birbirine. Gülüyordum işte birden ağlamaya başladım. Ortasını bulmaya geldim. Dengemi. Merkezimi.



Çok çirkinim. Buraya geldiğimden beri kabuk atıyorum sanki. Sivilceler çıktı yüzümde.i ayaklarımda terlik vurukları, tırnaklarım parça pinçik, bacaklarımda sinek ısırıkları ve grip oldum sürekli öksürüyorum, terliyorum. Bir tek uçuklarım çıkmadı. Hayret ettim. 4 yaşımdan beri çıkan uçuklarım...sevgi, ilgi ve şefkat aradığımda biraz stres olduğumda çıkan uçuklarım...belki de kendim için bir şey yaptım kalktım kendimi bulmaya Hindistan’a geldim ya, Kayansel de beni seviyordur artık. Mutludur belki biraz. En azından hava güzel, o sever sıcağı diyorum.



Sessizliğin 3.gününde artık sabah olsun istiyorum. İçimde anlatamadığım bir mutluluk, yaşayan, nefes alan, almayan herkese her şeye karşı bir sevgi var. Heyecandan meditasyona bile zor girebiliyorum. Bir an önce hayata atmak istiyorum kendimi, bu yeni ben nasıl görecek, neler koklayacak, ne yazacak, ne okuyacak, ne yapacak merak ediyorum. Dayanamayıp bir iki kelime ediyoruz Aşram’da. Konuşmakta zorlanıyorum ilk önce. Sesim çok uzak diyarlardan geliyor sanki. O kadar mutluyum ki, elimde lila bir orkide var. Aşram’dayım. Tavandaki pembe lotus çiçeklerine bakıyorum. Aynı bu sabah meditasyonumda gördüğüm çiçekler gibiler...



Günlerdir sıkı sıkı topladığım saçlarımı açıyorum akşam odada. Ruj sürüyorum dudaklarımı severek. Hepimizin yüzleri ışıldıyor bu gece. Fotoğraf çektiriyoruz. Ne kadar güzel gülüyorum. Ne kadar güzel herkes ve her şey. Hayatımda tanıdığım herkesi ne kadar sevdiğimi anlıyorum. Çukurlara düştüğüm zamanlarda kırdığım, büktüğüm, parçaladığım herkesi ne kadar sevdiğimi ve akışına bıraktığımda bir gün herkesin birbirini anlayacağını düşünüyorum. Yüreğimdeki tarif edilemez minnettarlıkla bavulumu topluyorum. Divia’nın sözleri var kulağımda “some of you ended up here, you just bought a ticket and came. You didn’t know what you were doing but don’ forget this: you don’t choose your master  your master chooses you when you are mature enough”

3 yıl önce ilkokul arkadaşımın Facebook’tan yayınladığı bir yazı ile bir kurs açtığını görüp, hem ona destek olmak hem de bir nefes almak için başladığım bu yol...ben onu ihmal etmiş olsam da o beni hiç bırakmadığı ve 3 yıl sonra tam da düşmek üzereyken tekrar elimden tuttuğu için ona minnettarım. 

Kayansel Kaya 



28 Ocak 2013 Pazartesi

ISTANBUL’DA EVSAHİBİ OLMAK



İstanbul... Var mı senden güzeli?! Hele bir de güneş serpiştirdi mi ışıklarını üstüne, aman Allah! Ihlamur’dan aşağı inerken, köprüden karşıya geçerken, vapurunda çay içerken içim fışkırıyor sevinçten!

Eski İstanbul'u, ilham perilerim olmadan, kalem kağıtsız gezemiyorum... Beyoğlu'nda coşku peşime takılıyor. Koşa koşa iniyoruz aşşaa! Kuledibi’nde ısınıyorum. Kadıköy çarşının bağrış çağrışı, adalarda sükunet... Samimiyet... Candaş bir hava estiriyor. Peki ya ev sahipleri? Çoğu, manzaraya karşı i-phone ekranında ya da sinir, stres içinde ordan oraya somurtarak koşturuyor... Reva mı bu ya sana güzel şehir!.. Dünyalar güzeliyle evli, impotant ve kompleksli bir eşten ne farkımız var senin içinde...

Bugün el bakımı yapan arkadaş, "keşke size indirim yapabilsem" dedi. Tchibo'dan kahve alırken, kahve çeken arkadaşa kahvelerle ilgili birkaç birşey sordum, sohbet ettik, biraz güldük. Tam çıkarken, "a-aa durun size biraz kahve ölçeği vereyim," dedi. Yine gülerek, "sizde verme duygusu uyandırdım sanırım" dedim. "E, böyle güleryüzlü olunca.." (Kendisi kadındı bu arada, yanlış anlaşılmasın) diye cevap verdi.

Hepimiz ne kadar hasretiz aslında bir gülümseme alışverişine... Sanki yüzümüz dağılır  gülümsersek... Ciddi ciddi nereye kadar ya... Ne sıkıcı. Ne kastırık. Tamam suluzırtlak olmaya gerek yok da, biraz daha rahatlasak, daha iyi gelmez miyiz bu topraklara?..

24 Ocak 2013 Perşembe

KİŞİLİK DUVARI




Kişiliğim diye takıldığımız nedir ki? Birkaç değişik durum karşısında birkaç davranış değiştir, senden kopar gider... Bu kimliklere nasıl takılıyoruz, çok ironik değil mi? "Ben!"i ne kadar sert vuruyoruz masaya.. Oysa değişen bütün "ben"lerle, arkadaşlıklarımız, görüşüp hoşbeş ettiklerimiz de değişmiyor mu? Sinsice ve yavaştan hayat seni avuçlarına alıyor, bazen o kadar yavaş ki, hissetmiyorsun bile "kişiliğim" diye 25 yaşında sarıldığın kimliğinin, 55 yaşında bambaşka bir insana dönüştüğünü..

Zorda kaldın, kaç. Omurgayı eğ... Eyvallah et, gitsin.. Cebe at. Çal. Dostlarını sırtından vur. Adalete bıçak savur. Yakalık et. Hayatın sana sunduğu insaniyeti dışarı çıkarmaktansa, kork! Korku, tavukların en bilindik özelliği. Hayatın sillesinden kurtulmayı seçme yolları farklı farklı... İşte gerçek kişiliği orada pörtler insanın.

Herşey değişse de, aynı kalan bir şey var hepimizin içinde. Ortak olan, kişiliğimizde günden güne daha da tıklayarak uyandırmamız gereken bir şey. Ona sarılmalı. Ona tutunmalı hayatı boyunca: Erdemlerine... Ve onları beslemeli günden güne. Bizi insan yapan ve bugün pek çok liderin maalesef unuttuğu erdemlere sarılmalı... Kişiliğimizin bizi "insan" yapan, ayrılmaz değerlerine... Hak, adalet, samimiyet, dayanışma, anlayış, doğruluk, cesaret, merhamet, mertlik, bağışlama...

22 Ocak 2013 Salı

YENİSİNİ GİYİNMEK



Hayat, tesadüfen başımıza gelen bi'şey olmamalı. O zaman koyundan farkımız olmazdı...
Alıştırıldığımız ve uyuşturulduğumuz gerçeklik bu olabilir. Fakat devir, öğrendiklerini unutma, yeni şeyler yazma devri. Hayatın iplerini ele almak gerek. Hayata bize "oluyormuş" gibi bakmak kolay. Çünkü sorumluluk almayı gerektirmez. Çıkış yolu, kısa yoldan, şikayet etmek ve “vah zavallı ben"dir. Bir de aynı zihin durumunda bir avuç zehirli arkadaş...

Ağlanmayı bırakıp, hayatımızın iplerini elimize almalı, ne bedel ödemek gerekiyorsa ödemeli, kendimize dönerek, her ne yolunda gitmiyorsa, onu değiştirmeliyiz.

Para mı kazanamıyorsunuz? Muhtemelen, sebebine doğduğunuz işi yapmıyorsunuz. Hepimizin bir yeteneği ve bir yaşam amacı var. Sistem ne yazık ki, bizi buna yönlendirmese de bu gerçek. İçinde yaşadığımız “şartlar” ve sistemin dediği, "aman o işi yapma, para kazanamazsın", "puanın tutmuyorsa mimar olamazsın"... Korku üzerine kurulmuş bu yapının içinde, hepimiz kıçın kıçın ilerlemeye, kendimizi bir yere sığıştırmaya, yerimizi bulmaya çalışıyoruz...Çooook büyük bir çoğunluğumuz da derinlerde bir yerde hergün, gerçekten yapmak istediği işlerin hayallerini kuruyor, bunun gerçekleşmesi için tek bir adım atmadan...

Sorununuz yüzyıllık kocanız / karınız mı? Sorun varsa çoktanseçmeli cevaplarda bir yanlışlık olmasın? Arızalar, genelde aynı teyp dönüp durduğu zaman, tolere ede ede patlak verir. Mesela, kocasının, yapmak istediklerini kısıtladığı bir kadını ele alalım. Bir zaman buna dayanmış ve artık bıkmışsa, bunu değiştirmek biraz zor olacağı, evdeki herkesin başta tepkisini alacağı için, değiştirmemesi ve mutsuzca idare etmesi çok daha kolaydır. Fakat bu "tolerans", sonunda nereye çıkar, bilin bakalım? : "Yeter beeeeeeeaaaa!!" höykürmelerine!..

Hayat seçimlerle dolu. Biz, bedel ödemediklerimizle ve alışkanlıkları devam ettirerek daha "güvende" hissettiğimiz için, çıkmazda sayıyoruz kendimizi. Oysa sonuç toslamaktan başka birşey olmayacak. Ya fiziksel, ya da psikolojik sağlığınız, duvara toslayacak. Oysa çıkmazda değiliz, cesaret ve güç toplamamız, algımızı ve cevaplarımızı değiştirmemiz gerek sadece. O kemikleşmiş kendimizi bırakıp, yenisini giyinmemiz...

Buraya, tıkınıp, uyuyup, ölmeye gelmedik. Kendimizi yaşamamız, onu gerçekleştirmemiz için fırsatlar her an doğuyor. Fakat biz, çoğu zaman yarı uyur-gezer ve bitkin olduğumuzdan, yakalayamıyoruz bu fırsatları! Hayatın sihrini yüzde elli depresyonun koynuna vermişiz, içip kafayı bulmadan rahatlayamıyoruz.

Yalnız yapamıyorsanız, kararını verdiğiniz değişiklikleri yapmak ve hayatınızı dengeye koymak konusunda bir yaşam koçuyla birlikte yürüyün... Nefes, yoga ve meditasyon öğrenin. Hayatın ipleri, bir nefes kadar yakınınızda. Şartlanmışlığın puslarını silin ki, o şahane manzara gözüksün! :)

17 Ocak 2013 Perşembe

Gerçeği Ararken...


 "Özlü sözler" ve anlık ruhsal deneyimler, gerçek olandan daha çekicidir çoğu zaman. Birilerinin, bir yerlerde, bir zaman yaşamış, hayatla ilgili birşeyleri anlamış olması insana bir ferahlık verir. Osho, Mevlana, Sri Sri Ravi Shankar... Özellikle erenlerin sözleri, yüksek frekansta yüreğimizde titreşir.  O yüzden de bu özlü sözlerin kokusu çekici gelir

Hepimizin olmak istediği ve olamadığı bir "kendi" varken, özlü sözler, zora girmeden, kolay yoldan çoğu zaman düşündüğümüzü paylaşmamıza yarar. Ama bu sözler genellikle akıl hizasında takılır. Hayatımıza geçirmek biraz sıkar çoğumuzu. 

"Hataları örtmede toprak gibi ol" Hz Mevlana - Twitter'da yazmak kolay; sıkıysa İstanbul trafiğinde ört bakalım hataları toprak gibi!

"Sevgi bir duygu değil, bizim varoluş biçimimizdir." Sri Sri Ravi Shankar - Varol bakalım sevgiyle...

Bu sözleri yaşama geçirmek, yaşamı başkaları odaklı değil, kendine dönerek yaşamakla insanın yüreciğinde yerini alıyor. 

Dünyadaki en zor işlerden biri, iğneyi kendine, çuvaldızı başkasına batırmak. Dönüp kendimize bakamıyoruz, çünkü baktığımız zaman zorlu yolculuk başlayacak... Kendine batmak zor gelir çoğumuza.. Başkalarının rahatsızlık veriyor olması hep daha kolay ya...

O içten feth, suçlayacak kimsenin kalmadığı an... Haldır huldur ona buna sataşıp sövemediğin ıssız, sessiz, kendinle kalma anı...

Yaşadığın hayatın hepsi, içerinin dışarı yansıması ah... Dışarda hiçbir şey yok... Sadece boşluk ve sessizlik...

Ama bütün kalbiyle gerçeği arayan, şimdi buna hakim olamasa da, bırakmaz bu işin peşini. En ufak bir cimcikte vazgeçmez. Cimciğin kendinden kendine geldiğini bilir içten içe, suçlamaz... 


Külahını alır önüne derviş misali, düşünür neremi düzelteyim diye...
Kendindeki aksamaları farkettikçe düzelit aksamalar. Kendinden tamlanır. 
Kendini suçlayıp yargılamadan, hatalarını bilen, kabul eden insan, yarı tamdır.

Hemen düzeltemez tabii. Ama düzelir onlar zamanla... Yoga, nefes, meditasyonla, bilgelik yolunda...

12 Ocak 2013 Cumartesi

Türbülans

“Ne olacak bu dünyanın hali!?”, medyanın kafamıza kaka kaka verdiği “Korkun bu hayattan! Herkes çok kötü! Kimseye güvenmeyin! Zaten iyi haber de yok... ” mesajlarının bizi soktuğu çıkmaz... Korkalım ki, daha iyi yem olalım...

Dünyanın halini, bize yansıtmak istediği şekliyle alıp, kendi çıkarlarına uygun olarak makyajlayanlar utanadursun (veya utanmayadursun), sosyal medyadan ve “iyi haberler” köşelerinden de takip edilebildiği üzere, dünya iyiye gitmeye başladı bile!

Şu anda yönetimlerin anahtarları “şeytan”ın elinde olsa bile, birçok aydınlanmış kişinin öngördüğü üzere, bu artık değişiyor. Sri Sri Ravi Shankar’a göre, kötü yöneticilerin indirilip, yargılanacağı yıllara adım adım yaklaşıyoruz. Yani iyi haber, dünyanın hali, safsatalara inanmayan, gerçekleri araştıran ve sofraya konana eyvallah etmeyen insanlar sayesinde, gün geçtikçe daha da iyiye gidiyor...İnsanlar uyandığı ve birbirlerini hızla uyandırdığı bir dönemdeyiz. 

Bununla beraber, dünya hep iyi ve kötülerle dolu olacak zaten. Bu onun doğası… İyi gün de olacak, acı gün de… Doğum da olacak, ölüm de… Korku olmasa, içindeki cesaretten nasıl haberi olabilir ki insanın? Kötü insanlar olmasa, içerdeki erdemler, iyilikler, kahramanlıklar nasıl açığa çıkabilir ki? “Kişisel Gelişim” hayatın ta kendisi ya, öyle değil mi? Nasıl gelişebiliriz acaba herşey laylaylom olduğunda?.. 

Çok sevdiğim bir hikaye var. Cennet ve cehennemi sorgulayan bir çocuğa, dedesi anlatmaya başlamış, “Bir köyde siyah kurt ve beyaz kurt hep kavga ederlermiş. Bazen siyah kurt kazanırmış, bazen beyaz.” Çocuk sormuş, “Peki dedecim sonunda kim kazanmış?” Dedesi cevap vermiş, “Onlar, senin içinde de hep kavga halindeler yavrum. Sen hayatta hangisini daha çok beslersen, o kazanır.”

Dünyadaki odağımız, beyaz kurdu beslemek olmalı. İnsanları, olayları, suçlayarak, şikayetler içinde yaşamaya bir son vermeliyiz. Kendi kendimize başaramıyorsak, bunun yollarını aramalıyız. Zavallı değiliz biz bu platformda. Aksine, efendilik üzere yaratılmış, üstün, tanrısal varlıklarız. Karşılaştığımız olayları doğru algılamalı, yargılamalı ve çıkarsamalara varmalıyız. 

Terslikler, tesadüfen olmuyor. Bizi, konfor alanının dışına çıkarmak, buraya neden geldiğimiz gerçeğini hatırlatmak için hepsi. Biz, gönüllü olarak bu alanı  terketmiyorsak (ki bu alan genellikle içimizi daraltan, içinden çıkması, kalmasından çok daha kolay olan “kötü” alışkanlıklar alanı) hayat bizi çıkarmak zorunda kalır.

İçimizde, uyandırılmayı bekleyen Tanrı türbülans yaratıyor ki, o derin ve kendini unutmuş, “şey”lerin boyunduruğunda kalmış uykumuzdan silkinip, uyanalım. Ve bu iyiye giden değişimin, ta kendimizden başlayarak, bir parçası olalım… 

8 Ocak 2013 Salı

Kayıp Sihir

Tüm çocuklar hayatı sihriyle yaşarlar. Onlara göre herşey canlı, hepsi mümkündür. Olasılıklar dünyasında, yaradana bağlılıkla, neşe ve yaratıcılık içinde, kaygısızca oynarlar. Şartları ne olursa olsun, hiç kara kara düşünen bir çocuk göremezsiniz. Üzülür, beş dakika bile geçmeden yine sevinirler. Şendir onlar. Oldukları gibidirler. Üzüldüler mi ağlar, mutlandılar mı ağız dolusu kahkahayla gülerler. 
Çoğumuz için bu doğal davranışlar "çocukluk" semptomlarıdır. Büyük bir kısmımız, imkansız olacağını düşünerek dönmeyi hayal eder bu hale. Çocukça bir fikirdir mutluluk çoğularına. Oyun, çok entellektüellikten uzak ve zaman kaybıdır.
Dikkat ederseniz çocuklar yaşamı, gerçekliği çok sorgularlar. Tanrıyı, doğal olayları, iyiyi ve kötüyü... Hep ana- babalarını da afallatan sorular sorar, fakat genelde ikna edici bir yanıt alamazlar. Öyle olunca da vazgeçer, kendilerine öğretilenin hırkasını giyer; korku, kaygı, endişe, kıskançlık, güvensizlik, hırs karanlıklarına boyun eğerler mecburen.  
Ve büyüdükçe sihrini yitirir hayat. Mekanikleşir. Tatminsizleşir.
Bir ızdırap girdabına girip, köşeli gerçeklik çıkmazında dönüp durmaktır büyümek. Bu ızdırap çoğu zaman rengini belli etmez. Çünkü hep hayal mutluluklar vaadeder. Muza koşan maymun misali, peşinden koşturup durduğumuz bir hiçlik. Kimimiz hayatı boyunca kalır o girdapta, bir kaç asi ise zincirleri kırıp çıkana dek...
Kendini yeniden merak etmeye başlamak o sihirli gerçekliğe yeniden uyandırır insanı. Meditasyon ve yogayla kendine bir anlık bağlanma, masumiyetin ve coşkunun hiçbir yere gitmediğini hissettirir insana. Ve o iple daha da derinlerine iner kendi gerçekliğinin. Aslında zavallı bir esir olmadığını, tam da şu anda hür olduğunu anlamak, milyar dolarlarla değişilmeyecek bir tad bırakır damakta...

6 Ocak 2013 Pazar

Uzun İnce Bir Yol




Eh, biraz yanıyor canım tabii. Büyümek hep can yakar zaten. Siz hiç kolaycacık büyüyen yavru gördünüz mü? Dişleri kaşınmadan, gece uyanmadan, pamukçuk olmadan,  yere düşmeden büyünür mü hiç?

İşte öyle bir yol... Kendini, kendini bulmaya adadın mı, sonu gelmez bu çok tatlı acının... Acı acı yakar içini. Özlemi de, aşkı da, ekşisi de, coşkusu da ayrı bir tad olup içinde danseder, şenlendirir seni..

Kendine ayna tutmak, suçlayacak kimseyi bulamamak, derdinden derman yaratmak... Ah ah...


Varlığından haberdar olmak ne güzel ey Rab!
Unutsam da tadını sıklıkla,
Kendi karanlıklarıma saklansa da aşkın ara ara,
Yalnız değilim ya, yeter o bana...

Herkes tartışırken aman efendim "O orda da burda" diye,
Ne mutlu bana! Sessiz, sözsüz
Yüreğim aşkına yıllardır aşina...

Arkamdan ittiren hakikatle dökülüyorum her sabah yoluna,
Varlığından haberdar olmak ne güzel ey Rab!
Yoksa nasıl dayanılır bilmem bu yanardöner ızdıraba...