Herşeyi kısa zamanda çabuk çabuk halletmemiz gerekti... Çocukken sakin sakin ayakkabılarımızı bağlarken, annemizin "hadi çocuuum çabuk çabuk!" höykürmeleriyle eğilip, bir müdahele, şipşak ayakkabılarımızı bağlamasıyla bağlarımız yavaş yavaş kopmaya başladı sükunet ve ılım dolu iç dünyamızdan. Bir koşturma trenine bindirilip savrulduk zamanla yarışarak.
Sıradan şeyler haline geldi, bir hışım su içmek, arabaya binmek, tuvalet kağıdını koparmak... Bütün bunları yaparken, biz hiç orda olmadık ki... Elimiz kolumuz halletti hep, kafamız hep başka yerdeyken...
En son ne zaman varlığına şükrede şükrede, kutsallığını tanıyarak çayınızı bardağınıza koydunuz? En son ne zaman i phone'unuzla oynamadan doğayla haşır neşir oldunuz? En son ne zaman nefesinize tanık, tanıdık oldunuz?
Herşeyin kutsallığını yitirdiği bir dünyaya alıştırıldık biz, ama hadi çabuk... Acilen her şeyin cansız, sıradan, sıkıcı, robotik ve aynı olduğu bu yerden çıkmamız lazım! Her şeyin canlı, samimi olduğu, güneşin gülümseyip, doğanın bize sırnaştığı, içimizin hala diri olduğu o masumiyet, hayret ve heyecan dünyaya dolu dönmemiz gerek...
Kendimize...