Babamın üniversitedeyken bir anatomi hocası varmış. Sahneye çıkar gibi derse girer, tiyatro yaparak, esprilerle, güldüre eğlendire tıp fakültesi öğrencilerine insan anatomisini anlatırmış. Dersleri dolup taşarmış. İsmi, Sami Zan. Her dersin başında öğrencilerine, hiçbir tıp kitabında bulamayacakları bir kalp hastalığı olduğunu, dersin sonunda bu hastalığın ne olduğunu onlara açıklayacağını söylermiş. Dönemin son dersine kadar açıklamayınca, öğrenciler en sonunda dayanamayıp bu hastalığın ne olduğunu sormuşlar. O da bunca ay merak uyandırdıktan sonra bu kalp hastalığını onlara açıklamış: ‘Bu hastalığın ismi RANN hastalığıdır çocuklar’, demiş. ‘İnsanın yaradanını unutup, kalbinin taşlaşması’.
*
Babamın üniversite anılarını karıştırırken karşıma çıkan bu hikaye tüylerimi ürpertti. Elini öpmek istedim hocanın. Bu ‘kalp taşlaşması’nı yanlış anlamamak gerek. ‘Taş kalpli’ olduğumuzdan değil. Bu taşlaşma, varlığımızdan uzak düşmekten ötürü… Belki adını bile kendi koymuştur, ‘Run’, yani kaçmak… Pek manidar…
*
Bu hastalık, aslında hayatın doğasında var olan unutkanlığımız… Bizi gerçek bir ‘mutluluk’ halinden uzaklaştıran ve geçici mutluluklar hastası yapan da bu unutkanlıktan başkası değil. Kim olduğumuzu, yaratanımızın kim olduğunu, onunla aramızdaki bağı unutmuş olmak. Kendi öz varlığımızı unutmak. Biz bu unutkanlığın içindeyken, istediğimiz kadar ‘mutluluk’ arayalım, kavuştuğumuz mutluluklar sabun köpüğü gibi oluyor ancak. Bu seviyeden baktığımız zaman, mutluluk gerçekten de fazla abartılıyor olabilir pekala. Bu unutkan halimiz, hayatın cilveli parıldakları altında yaşayıp, gününü gün etmeye, başarı merdivenlerini tırmanmaya ‘mutluluk’ diyor. Doğru. Bu tip mutluluklar bence de fazla abartılıyor. Kim evlendikten sonra dünyanın en mutlu insanı oldu mesela? Kim çok ünlü olduktan sonra çok mutlu olmuş? Piyangoyu vurduğu zaman kimin başı göğe ermiş? Reklamlara dönüp bir göz atın… Tatilde ayaklarını uzatıp yatmak mutluluk… En lüks kıyafetleri giymek, en güzel arabalarda gezmek mutluluk… ‘Evinden alışveriş merkezine inmek’ mutluluk… İnsan sağlığına ve doğaya zarar veren büyük firmalarda statü edinmek, mutluluk… Tüketmek, mutluluk… Hani hangimiz alışveriş yaptıkça çok mutlu oluyoruz? Belli bir mevkii’ye gelenlerimizin hemen hepsi üzerindeki sorumluluklardan şikayetçi, köye yerleşmek istiyor pek çoğu. Bizim devrin hayallerine kapıldın mı yandın zaten! Koyduğumuz hedeflere vardığımızda hissettiğimiz mutluluk o kadar kısa ömürlü ki! Bakın Trump bile eski hayatını özlüyormuş. Bu tip bir mutluluk anlayışının bizi getirdiği durum belli : Tatminsizlik ve daha büyük bir mutsuzluk.
Şu da bir gerçek ki, her ne yaparsak yapalım, her ne kadar yeni mutluluk hedefleri belirlersek belirleyelim, varlığımızdan uzak düşmüşlüğün sızısını bastıramayacağız. Eninde sonunda, gerek fizyolojik, gerekse psikolojik olarak bizi sıkıştıracak, sesini yükseltecek ve bizi kendimizden daha fazla mahrum kalmamamız için sistem sürekli uyaracak. Bir durup dinleyelim, hatırlayalım, tekrar bağlanalım diye. Biz ya o uyarıyı uyuşturup geçiştireceğiz, ya da dinleyip onurlandıracağız. O bizim bileceğimiz iş…
‘Dünya bundan daha mutlu bir yer olsaydı, bundan ötede ne olabileceğini hiçbir zaman sormazdınız.’
Sri Sri Ravi Shankar
Yeterince duvara tosladıktan sonra, bundan ötede ne olabileceğini sorgulamaya başlıyor insan. Sonra da zeki geçinip, bunca yalana nasıl kanmış olabileceğine şaşıp kalıyor. Ve aradığı mutluluğun hiçbir sebebe bağlı olmadığı ve öz varlığına yaklaşarak, bu hissin kendinin dışında bir yerde olmadığı gerçeğini hatırlamaya başlıyor. Çağımız, bu yakınlaşma çağı.
*
İnsanın öz varlığına yakınlaşması, aslında öz varlığı olmayanlardan soyunması demek: Olumsuz duygu ve düşüncelerinden. Tıpkı pirincin taşlarını ayıklamak, cevizin kabukları temizleyip, meyvesine ulaşmak gibi, insan da kendine ait olmayanlardan silkelenmeyi öğrendikçe kendine yakınlaşıyor. Kendine yakınlaştıkça, kalbi yumuşuyor, mutluluk, içinden kırmızı sardunyalar gibi fışkırıyor. Hırsından, kininden, kibrinden, kıskançlığından, öç alma isteğinden, öfkesinden, zulmünden, hıncından, kötü alışkanlıklarından içindeki tüm kötülüklerden kendini arındırmanın bir yolunu bulmak gerçek mutluluğun yolu. Onlar tımarlandıkça, insan özgürleşiyor. Kendi kendine, öylesine, hiç sebepsiz yere gülümsemek, oyun oynamak istiyor. Böyle hissetmek için tekrar çocukluğumuza dönmeye gerek yok. O çocukluk bizim. Saflaştıkça, arındıkça, kendimize yaklaştıkça özlediğimiz o mutluluk hiçbir yere gitmedi, zaten orada. Bakın, Büyük İskender bile tüm dünyayı elde ettikten sonra, gerçek anlamda tatmini bulmuş olan Diyojen’e özenmiş. Dünyadaki her şeyi elde edebiliriz. Ama bu yüzümüzü kalıcı olarak güldürmez. Kalıcı bir mutluluk halinden konuşacaksak, önce bu olumsuz duyguları tımar edeceğiz.
Bu dünyadaki en zor iş aslında insanın duygularını ve o duyguların yarattığı düşünceleri kafakola alması. Sen kalk, bin yıllık üstüne yapışmış huylarınla cebelleş! Önce cesurca aynanın karşısına geç, ne olduklarını fark et hele… ‘Bak bak bak filan efendi bana onu dedi, bilmem ne hanım bana bunu dedi’den yakınmayı bırak, bu hayatın tüm sorumluluğunun kendinde olduğuna ay, olacak iş değil… ‘Can çıkar huy çıkmaz’ demişler bir kere… Ama çıkar, eşimin dediğine göre ‘canını çıkara çıkara çıkar’. E zor. Dönüşmek zor, bildiklerini unutmak zor, mutsuzluğundan besleniyorsan, o kıyafetten kurtulmak zor, üzerine bir hayat kurduğun, köklendiğin, üzerinden kimlikler yarattığın bir yalana aymak zor… Ama diğeri daha zor. Oyalanmak daha zor.
Gerçek, kalıcı, sürekli, daim mutluluğa giden tek yol, külahını önüne almak. Bu en acı, en tatlı, en uzun ve en ince yol… Tepetaklak eden insanı… Kendi varlığına, yaratanına yakın olmanın getirdiği, içinden taşan, sana şarkılar söyleten, ruhunun şenliğinden gelen mutluluk, mutluluğun abartılmayanı işte…