İnsan, yaşamın
akışına kapıldığı zaman, bazı başka diğer şeyleri unutuyor. En başta da
kendini!.. “Acaba ben ne istiyorum?” diye sormayalı uzun zaman olmuş. Hangi
lokantaya gideceğim, hangi kıyafeti giyeceğim ya da o gün neler yapacağım değil
konu; daha derinlerde bir yerde, “ben ne istiyorum?”
Belki bütün
gündem maddelerimi değiştirecek, hatta belki yaşadığım yeri, tüm şartlarımı
değiştirecek bir “ben ne istiyorum?”
Uzundur içinden
çıkamadığım çıkmazlardan beni bir anda çıkaracak, hayatıma hayat katacak, içimi
çılgınca bir sevinç ve coşkuyla dolduracak bir hayat kursaydım kendime; nasıl
olurdu? “Ben, bana sunulanın dışında ne istiyorum?”
Çoğu zaman
“aşk”la özdeşleşir bu duygu. Aşk evet; ama sadece karşı cins olmadan aşk.
Kendine olan aşk...
Yalnız kaldığımız
anlarda bu soru kulaklarımızda tınımını çınlamaya başlar. Ve bazılarımız o sesi
duymaya başladığımız an, savunma duvarlarımızı güçlendirmek üzere buzdolabına yöneliriz. Veya telefona, bilgisayara, televizyona…. Ve ruhumuzun,
hayallerimizin sesini kısar, diğer sesleri açarız. “Bir daha kırılmayayım yeter ki… Yeter ki bir
daha kimsenin sözü, hareketi beni incitmesin… Saklanırım buracıkta ben… Her şey
normalmiş gibi yaparım…”
İşte bu "normalmiş
gibi" yaptığımız için hayatımız dönme dolaba dönüyor. Hastalanıyoruz. Kalbimiz yoruluyor, hayat enerjimiz tükeniyor, ruhumuz daralıyor. Dönüyoruz ama bir yere
gidemiyoruz... Çünkü elalem çok şey diyebilir bizim hakkımızda. Elalem ki; hayallerinin sesini kısıp, buzdolabına, televizyonuna, diğer elalem arkadaşlarına,
dedikodularına kurban etmiş onları...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder